Das Wort Lakritze habe ich auf deutsch nie gehört, deswegen nehme ich das Wort 'süssholz', ob dieses Wörter dasselbe meinen; ich zweifle einbisschen daran trotzdem, sie haben Aehnlichkeiten wahrscheinlich.
From German Wikipedia:
'Die medizinische Wirkung der Süßholzwurzeln war schon in der Antike bekannt. Die Ägypter des Altertums schätzten Lakritze sehr und kannten ein Lakritzegetränk namens Mai sus. Theophrastos von Eresos, der um 350 v. Chr. lebte, schätzte Lakritze als Heilmittel gegen Husten und als Durstlöscher. Es soll daher zur Standardausrüstung der römischen Soldaten gezählt haben. Tim Richardson weist in seiner Geschichte der Süßigkeiten daraufhin, dass auch französische und türkische Soldaten im Ersten Weltkrieg Lakritze im Marschgepäck hatten.'
DOĞA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DOĞA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2010-12-25
2010-12-20
2010-12-18
2010-12-06
ανηθον_Anis_Anason
Pythagoras von Samos bezeichnete um 550 v. Chr. mit Anis gewürztes Brot als köstliche Delikatesse. Bei denRömern hielt der Anis Einzug in die Feinbäckereien; Kuchen, die bei hohen Festlichkeiten gereicht wurden, waren mit Anis-Früchten gewürzt. So berichtet Vergil von Aniskeksen. Bei Ausgrabungen im römischenKolosseum entdeckte man Anisfrüchte, die die Zuschauer der Gladiatorenkämpfe zwischen den Sitzreihen verloren hatten.
The link above is from Wikipedia, and the text below is from a commercial link, I don t know if the content is right.
The link above is from Wikipedia, and the text below is from a commercial link, I don t know if the content is right.
Anise is native to the eastern Mediterranean region, the Levant, and Egypt. The early Arabic name was anysum from which was derived the Greek anison and the Latin anisun. It is one of the oldest known spice plants used both for culinary and medicinal purposes since ancient times. There is evidence that anise was used in Egypt as early as 1500 B.C.
2010-10-22
Bir bitkiye teşşekkürler
(Bitkileri ve hayvanları daha çok seviyorum bu aralar, insanlardan..)
Burdan Papatya ya resmen teşşekkür etmek istiyorum! İnsanlar mesela gazetelere ilan verip, abuk, subuk teşşekkürler ediyorlar...Doktorlara felan...Gazeteye ilan versem ne komik olur...:-)
Sevgili Papatya senin bu kadar marifetli, nerdeyse sihirli güçleri olan bir çiçek olduğunu bilmiyordum.
Çok teşşekkür ediyorum.
Sevgiler
b
Burdan Papatya ya resmen teşşekkür etmek istiyorum! İnsanlar mesela gazetelere ilan verip, abuk, subuk teşşekkürler ediyorlar...Doktorlara felan...Gazeteye ilan versem ne komik olur...:-)
Sevgili Papatya senin bu kadar marifetli, nerdeyse sihirli güçleri olan bir çiçek olduğunu bilmiyordum.
Çok teşşekkür ediyorum.
Sevgiler
b
2010-10-09
Ebegümeci_Malve
Wenn man in zwei Sprachen lebt, ist es so, wie wenn man in zwei Welten lebt. Die Wörter gewinnen eine andere Bedeutung, weil jedes Wort ja auch in einem Netz steht und nicht für sich alleine gilt...
Rund um jedes Wort gibt es vielleicht eine individuelle freie Assoziationskette, aber sicher auch eine gesellschaftliche Assoziationskette, die mit der Zeit, mit dem Ort, mit der Geschichte und der Religion zusammenhaengen kann.
Müde bin ich leider.
Ich sollte jetzt einen Tee trinken, der mir gut tut. Der Tee, den ich in Wien aus gesundheitlichen Gründen gekauft habe, hat mir gut geschmeckt und auch gut getan. Ich habe nachgeschaut, was alles drinnen ist. 'Malve' war drinnen und das Wort habe ich nicht gekannt. Nach so vielen Jahren ist es fast selten, dass ich ein Wort auf deutsch nicht kenne.(Und trotzdem werde ich immer wieder rassistisch behandelt. Natürlich nicht immer und überall, aber trotzdem mehr als nötig.)
Das Wort habe ich im türkischen 'Vikipedi' nicht finden können, dafür aber auf aserbaidschanisch.
Es war was bekanntes, eine Pflanze, die ich aus meiner Kindheit kenne und die ich auch mal gegessen habe. Als Tee habe ich aber sie nie getrunken gehabt...
Es gibt auch das Wort 'Kaesepappel' auf deutsch und diesen Kaesepappeltee habe ich aber nie gemocht...
Rund um jedes Wort gibt es vielleicht eine individuelle freie Assoziationskette, aber sicher auch eine gesellschaftliche Assoziationskette, die mit der Zeit, mit dem Ort, mit der Geschichte und der Religion zusammenhaengen kann.
Müde bin ich leider.
Ich sollte jetzt einen Tee trinken, der mir gut tut. Der Tee, den ich in Wien aus gesundheitlichen Gründen gekauft habe, hat mir gut geschmeckt und auch gut getan. Ich habe nachgeschaut, was alles drinnen ist. 'Malve' war drinnen und das Wort habe ich nicht gekannt. Nach so vielen Jahren ist es fast selten, dass ich ein Wort auf deutsch nicht kenne.(Und trotzdem werde ich immer wieder rassistisch behandelt. Natürlich nicht immer und überall, aber trotzdem mehr als nötig.)
Das Wort habe ich im türkischen 'Vikipedi' nicht finden können, dafür aber auf aserbaidschanisch.
Es war was bekanntes, eine Pflanze, die ich aus meiner Kindheit kenne und die ich auch mal gegessen habe. Als Tee habe ich aber sie nie getrunken gehabt...
Es gibt auch das Wort 'Kaesepappel' auf deutsch und diesen Kaesepappeltee habe ich aber nie gemocht...
Piment
Yenibahar veya dolma baharı diye de geçiyor Türkçede.Almancasını bilmiyordum, öğrendim. Ayrıca tabii bunun da çayı var...
Daha doğrusu tanelerini bir çay karışımının içinde gördüm. Tuhaf bir histi.
Daha doğrusu tanelerini bir çay karışımının içinde gördüm. Tuhaf bir histi.
2009-07-31
Yok Deve!

Türkçede olmadık birşey söylendiği zaman 'Yok deve!' derler... Abartı ile biraz dalga geçmek için...
Bu aralar bir deve muhabettidir gidiyor, aslında Fransız Devrimi ile ilgili birşeyler okurken aklımda pek deve diye birşey yoktu ama bugünkü Milliyet teki Çetin Altan ın 'Deve' başlıklı yazısı deve konusunda aklıma gelip de yazmadıklarımı bana hatırlattı.
Ayrıca Avustralya da develerin katlinin söz konusu olduğunu bilmiyordum, biz niye hemen mesela Avustralya Büyükelçiliği nin önünde toplanıp, bunu protesto etmiyoruz.
Çünkü oldukça Batlılı birşey protesto etmek...
Ne olursa, olsun develerin veya başka hayvanların acı çekmesine veya öldürülmesine karşıyım. Maalesef vejeteryen olmayı beceremedim ama yine de...
Kuran da tam 22 yerde 'deve' kelimesi geçiyor, bunun dışında 'dişi devenin boğazlanması' hikayesi tekrar, tekrar geçen bir hikaye...Ben bu halkta potansiyel 'boğazlayanları' görüyorum daha çok...
88.Surede de devenin yaratılışı hakkında araştırma daveti var...Peki islam kültürü ünlü zoologlar, biologlar çıkarttı mı? Veya hayvanseverler... Hayvan sevgisi bile burdaki küçük burjuvayı rahatsız ediyor, ben başbakanın köpek besleyen Bekir Coşkun hakkındaki boş laflarını unutmadım... Onunda bir yazısı vardı, aşı ve domuz gribi ile ilgili geçenlerde...
2008-06-20
2008-06-14
Principia_1687 ve Doğa Felsefesi
Newton leitete in den Principia das Gesetz der Schwerkraft ab. Er vereinte damit die Forschungen Galileo Galileis zur Beschleunigung und Johannes Keplers zu den Planetenbewegungen (Keplerschen Gesetze) zu einer einheitlichen Theorie der Gravitation und legte die Grundsteine der klassischen Mechanik, indem er die drei Grundgesetze der Bewegung formulierte. Auch führte er hier die Konzepte von absoluter Zeit, absolutem Raum, der Fernwirkung und so auch indirekt das Konzept des Determinismus ein, welche allesamt für das naturwissenschaftliche Weltbild vieler Generationen bis zur Relativitätstheorie Albert Einsteins und der Quantenmechanik prägend waren.
,,,
Somit stellt Newtons "Principa mathematica" von 1671 unter anderem eine Antwort auf Descartes "Principia philosophiae" aus dem Jahre 1644 dar, wo Descartes im dritten Abschnitt "Von der sichtbaren Welt"[6] genau dies auf Grundlage eines unendlich ausgedehnten Ätherfluidums auf fluidmechanische Art ausführlich zu begründen versuchte, und damit den Großteil der damaligen Gelehrten überzeugt hatte. (Später kritisierte Newton das Ätherfluidum nochmals in seinem sehr einflussreichen Buch „Optics“ von 1704.)
,,,
Somit stellt Newtons "Principa mathematica" von 1671 unter anderem eine Antwort auf Descartes "Principia philosophiae" aus dem Jahre 1644 dar, wo Descartes im dritten Abschnitt "Von der sichtbaren Welt"[6] genau dies auf Grundlage eines unendlich ausgedehnten Ätherfluidums auf fluidmechanische Art ausführlich zu begründen versuchte, und damit den Großteil der damaligen Gelehrten überzeugt hatte. (Später kritisierte Newton das Ätherfluidum nochmals in seinem sehr einflussreichen Buch „Optics“ von 1704.)
2008-05-13
Einstein 1879 -1955
Hitler den 10 yıl önce ve ona yakın coğrafyalarda doğmuş olması bence ilginç... Einstein tabii ki bilim kuramı ve bilim tarihi dışında II. Dünya Savaşı bakımından da önemli bir isimdi...
Einstein
Newton
Lavoisier
Kopernik (Copernicus)
Bu dört isim SSR de geçiyor ve önemliler. Tabii ki bilim tarihinin sadece dört kıvrımı yok ama kim eski kuramlar ile uğraşıyor ki...
Einstein
Newton
Lavoisier
Kopernik (Copernicus)
Bu dört isim SSR de geçiyor ve önemliler. Tabii ki bilim tarihinin sadece dört kıvrımı yok ama kim eski kuramlar ile uğraşıyor ki...
2008-01-07
6 Ocak Epifani Günü
6 Ocak ortodoks hiristiyanların noeli kutladığı gün bildiğim kadarı ile. Batı hiristiyanları, yani katolikler ve protestanlar bugün için Epifanie (görünüş) günü diyorlar.
Avusturya da folklorik bir saçmalığa indirgenmiş denebilir sanırım. Bu konuda daha fazla okumak lazım... Germenler için hiristiyanlık kimbilir ne kadar doğulu, ne kadar kabul edilmesi zor bir şeydi başlarda... Ama hiristiyanlık olmasa idi üstbenliğin disiplinin de başka yollar denenecekti muhtemelen...
Kim ner derse desin Hiristiyanlık ta, Musevilik de, Islam da dünyadaki bütün bu dinlere inanan veya inanmayanların toplamından daha fazla birşey... Olayın belki din ile bir ilgisi
yok...
bkz. Cezayir Menekşesi blogu
Avusturya da folklorik bir saçmalığa indirgenmiş denebilir sanırım. Bu konuda daha fazla okumak lazım... Germenler için hiristiyanlık kimbilir ne kadar doğulu, ne kadar kabul edilmesi zor bir şeydi başlarda... Ama hiristiyanlık olmasa idi üstbenliğin disiplinin de başka yollar denenecekti muhtemelen...
Kim ner derse desin Hiristiyanlık ta, Musevilik de, Islam da dünyadaki bütün bu dinlere inanan veya inanmayanların toplamından daha fazla birşey... Olayın belki din ile bir ilgisi
yok...
bkz. Cezayir Menekşesi blogu
2008-01-01
Alpler Lech ve Piz Buin
View Larger Map
Evet bu konu hakkinda birsey yazamadan yine günler geçti. Her düşünülen şeyi yazmaya maalesef vakit olmuyor. Bunun üstüne bir de yeni yaşananlar ve öğrenilenler geliyor, mecburen birşeyler atlanıyor veya unutuluyor.
Lech am Arlberg Alplerde bir köy. Ama şık ve pahalı bir köy. Kış sporunun en tanınmış adreslerinden biri Avusturya da ve dünyada. Köy 1450 m yükseklikte iki dağ arasında kalan dar ve kısa bir vadi üzerinde kurulmuş.
Hollanda Kraliçesi Beatrix in burada tatil yaptığı söyleniyor. Bu herhalde öteki Hollandalıları da etkilemiş olacak ki Lech te sıklıkla hollandaca duyuluyor. Tabii başka diller de duyuluyor; İngilizce, Rusça, Polonyaca...vs. Ama benim oraya ilk vardığımda tesadüfen ilk duyduğum dil Türkçe idi. Komik geldi.
Gidin, gezin diye anlatmıyorum bazı şeyleri, düşünün anlayın diye açıkcası... Bu ulaşımı zor dağ köyleri birkaç yüz yıl evvel nasıl yaşıyorlardı diye merak etmiyor değilim doğrusu... Ama artık dağ köyü olmanın dışında turistik bir cazibe merkezi olmuş durumdalar.
Voralberg, köyün ait olduğu politik birim, Avusturya nın eyaletlerinden biri. İsviçre nin kantonları gibi Avusturya nın da 'Bundesland' denen eyaletleri var. Voralberg de bir eyalet Avusturya da. Tabii bütün bu bilgiler hiçbir şey bilmeyenler için, yoksa bilenler için can sıkıcı ve gereksiz bilgiler veriyor olabilirim. Ama ben gerçekten Türkiye de hiçbir şey bilmeyen çoğunluğa ulaşmak istiyorum.
Yanlarında metrelerce karın sıralandığı yol kupkuru ve açık. Taşıtla ulaşmak için mükemmel durumda. İki damla yağmurda ne yapacağını şaşıran Istanbul aklıma geliyor elimde olmadan...
Ama buraya yol açmak da kolay olmamış. 'Tanrının dağla ayırdığını kul dağa delik açarak buluşturmamalı.' diyenler varmış 19.yüzyılda Voralberg de. 1880 ve 1884 yılları arasında bir tren tüneli açılmış. 1978 de de bir cadde tüneli.(?! tercüme Türkçesi yine maalesef) (Kaynak Merian dergisi Şubat 2007 sayısı)
Habsburglar bence tesadüfen Viyana yı başkent olarak seçmemişler. Viyana Avusturya nın doğusunda ve iklim olarak daha yumuşak Alplere göre. Batıya gittikçe zaten hava berbatlaşıyor, yiyecek azalıyor ve fiyatlar yükseliyor. Komik ama gerçek: en az kaynakları olanlar en zenginler oluyor... (bkz. İsviçreliler veya İngilizler...)
Bu da tesadüfi değil. Benlik teorilerimi tamamen doğruluyor. Benlik zamandan, coğrafyadan, tarihten soyutlanamaz ama bütün bunlar onu anlatmaya yetmez... Freud un üstbenlik kavramı bence çok önemli bu bağlamda. Disiplinli bir üstbenlik olmadan kışı geçiremezsiniz... Doğa aynı zamanda sınır koyan bir öğretmendir, bazen bolca ve cömertçe besleyen bir anne olduğu gibi... Tabii ki kış coğrafyası devamlı 20 derece olan, meyve ve sebze bolluğunda yaşayan bir coğrafyadan daha sert bir üstbenlik çıkartacaktır. Bu kaçınılmaz birşeydir. Fransızların birçok güzel ve küçük adaya savaşmadan sahip olmalarının arkasında burdaki insanların Fransızlarla savaşacak sert bir üstbenlikten yoksun olmaları yatar... Onlarda Avrupalılar gibi asırlarca kaynak kıtlığı çekmiş olsalardı, inanın bir yolunu bulur başka adaları keşfe çıkarlardı... Kendi adalarına Avrupalıların girmesine izin vermezlerdi.
***
Piz Buin denince aklınıza ne geliyor ? Kapkara bir kutu ve üstünde turuncu renkli bir bikinisi olan bir kadın silüeti mi? Keh keh... Meğer Voralberg in en yüksek dağı imiş... (3312 m)
***
6 Ocak 2008
Yine yazabildiğimden daha hızlı yaşadığım için bütün istediklerimi bloglaştıramadım.
Voralberg ile ilgili daha çok şey yazmak istiyordum, sonra başka bir eyalete Yukarı Avusturya Eyaleti ne geçmek için. Yukarı Avusturya da Avusturya nın 9 eyaletinden biri. Viyana başlı başına bir eyalet olarak kabul ediliyor.
'Subira' ne biliyor musunuz? Türkçedeki 'su' ve 'bira' kelimelerini hatırlatıyor değil mi? Ama kelime Almanca. Almanca nın bir dialekti (şivesi?). ' Saubirne' demekmiş! Bir likörün ismi! Hoşuma gitti. Armutlar tabii güneş görmeyince ekşi oluyorlar. Çok ekşi armuda Voralberg liler 'domuz yavrusu armudu' diyorlarmış. 'Sau' kelimesini ben oldum olası sevmişimdir. Sevmedikleri birşeyi ifade etmek için kullanıyorlar; mesela
'saukalt' çok soğuk demek... Biraz argo olabilir ama zaten bu yüzden seviyorum bu kelimeyi... Abartı var ifade de. Armutlar yenebilecek kadar tatlı olmayınca içki yapmaktan başka çare kalmıyor genellikle. İçki de soğuk ta daha sonra (normal miktarlarda içilince!) bir teselli oluyor. Soğuk ve alkolüün ilişkisi bambaşka...
Keyiif olarak değil nerdeyse ilaç gibi bir işlevi var alkolün soğuk ülkelerde...
2007-09-10
28 08 1428
Evet, bugün 28.08.1428 Hicri takvime göre. Bu bana hala çok ilginç geliyor. 2005 in sonlarına doğru bir arkadaşın bana sorduğu bir soru ile aklıma gelen birşeye takıldım uzun zamandır... Bana dönüp 'Siz de ay takvimini kullanıyor sunuz, di mi?' dedi. Ben biraz bönleştim. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Herhalde kafa salladım...Zaten önemli bir şey değildi arada kaynadı gitti. Ama benim kafama takıldı işte bir kere... Türkiye İslam in Ay takvimini resmi olarak kullanmıyor. Resmi olarak Gregoryen takvimi kullanıyor, ama tabii dini günler Ay takvimine göre hesaplanıyor... Doğru cevap bu olurdu da, ben ama zaten bu takvim olayını birçok Türk gibi tamamen es geçmiştim... Etrafta başka bir takvim kullanan insan çıkmadıkça, insan oturup takvim üzerine düşüncelere dalmiyor... Zaman doğal bir sabiti olsa bile kültürel bir olgu... Aslında bir karışım...
***
Bir yeniay dan bir sonrakine kadar 1 ay sayılıyor Ay takviminde...
10 Eylül 2007 güzel bir gündü.
***
Bir yeniay dan bir sonrakine kadar 1 ay sayılıyor Ay takviminde...
10 Eylül 2007 güzel bir gündü.
2007-09-06
Prometheus Feuer
'Als erste Strafe versagte Zeus den Sterblichen das Feuer. Um das Feuer für die Menschen wiederzuerlangen, hob Prometheus einen langen Stängel des Riesenfenchels in den Himmel, um ihn am vorüberrollenden funkensprühenden Sonnenwagen des Helios zu entzünden. Mit dieser lodernden Fackel eilte er zur Erde zurück und setzte einen Holzstoß in Flammen.'
Ateş, Gaston Bachelard
Eski bir kitap. Ama kitabı tekrar görmek ve bulmak... ?
Ateş, Gaston Bachelard
Eski bir kitap. Ama kitabı tekrar görmek ve bulmak... ?
2007-09-03
Güneş
Bir süredir güneş ve ay ile özellikle ilgileniyorum. Çünkü onlar da gündelik hayatın içerisinde unutuluyor. Bir tutam doğa olarak bizimle yaşamaya devam ediyorlar.
Kuran da güneş diye bir süre var. Çok merak ediyorum Türkiye de kaç kişi bunu biliyor. Kuran Türkçe ye tam olarak çevrilmedi hala bence. Artı Türkiye de tanınmıyor. Evet, bunu iddia ediyorum, ne derseniz deyin. Hep yanlış bakış açıları yüzünden böyle oldu. Karıncalar Vadisi, Bal Arısı, Güneş, Ay, Yıldızlar diye okusaydık kuranı zihnimizde ne kadar farklı titreşimler olacakti... Ne kadar güzel titreşimler...
91.Bölüm; Güneş
1.
Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,
2.
Onu izlediğinde Ay’a andolsun,
3.
Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,
4.
Onu bürüdüğünde geceye andolsun,
5.
Göğe ve onu bina edene andolsun,
6.
Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,
7,8,9.
Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.
10.
Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.
11.
Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı.
12.
Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı.
13.
Allah’ın Resülü de onlara şöyle demişti: “Allah’ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun.”3
14.
Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve kendilerini yerle bir etti.
15.
Allah, bunun sonucundan çekinmez de!
Kuran da güneş diye bir süre var. Çok merak ediyorum Türkiye de kaç kişi bunu biliyor. Kuran Türkçe ye tam olarak çevrilmedi hala bence. Artı Türkiye de tanınmıyor. Evet, bunu iddia ediyorum, ne derseniz deyin. Hep yanlış bakış açıları yüzünden böyle oldu. Karıncalar Vadisi, Bal Arısı, Güneş, Ay, Yıldızlar diye okusaydık kuranı zihnimizde ne kadar farklı titreşimler olacakti... Ne kadar güzel titreşimler...
91.Bölüm; Güneş
1.
Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,
2.
Onu izlediğinde Ay’a andolsun,
3.
Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,
4.
Onu bürüdüğünde geceye andolsun,
5.
Göğe ve onu bina edene andolsun,
6.
Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,
7,8,9.
Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.
10.
Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.
11.
Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı.
12.
Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı.
13.
Allah’ın Resülü de onlara şöyle demişti: “Allah’ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun.”3
14.
Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve kendilerini yerle bir etti.
15.
Allah, bunun sonucundan çekinmez de!
Suni Gübre
Metin Münir bir süreden beri herkesi ilgilendiren önemli şeyler yazıyor.
Bir örnek vermek istiyorum suni gübre sorununa...
Ukrayna da suni gübrenin ulaşamadığı yerler varmış, orada fakir çiftçilerin yetiştirdikleri birdenbire iki misli kazandırmaya başlamış, çünkü hakiki imişler...Yani doğal gübre ile yetişmiş doğal ürünler... Aslında bu Ukrayna da olan şey amaçlı değildi. Kapitalizmin varamadığı noktalardan biri olduğu için tesadüfen cereyan etti olay...
Türkiye suni gübreden, hormana her türlü kimyasal maddenin tarımda bilinçsizce ve yanlış kullanıldığı bir yer olarak geçiyor yurt dışında. Ben zaten senelerdir kendim de izliyorum Istanbul daki çeşitliliğin azalmasını ;mesela ben bu sene yerli çilek görmedim. Üzümün çeşitleri yok oldu ortadan... Çavuş, yapıncak ve daha başka türlüleri yok muydu bunlarn? İtalya da yetişen bir tür sanki ortalığı zapt etti.
Meyve ve sebzenin o sevimsiz, soğuk Avrupa nın süper market fiyatlarına ulaşmasını ben dehşetle takip ediyorum. Görüntü de aynılaşıyor bazen... Sanki bir ordu düzenleniyormuşcasına tektipleştirilmiş meyve ve sebzeler... Felsefe ile bağdaştırıyorum kafamda bazı şekilleri. Modernite nin tektipleştirme hırsı sanki meyve ve sebzeyi bile vurmuş... Kontrol ve tektipleştirme...
Topraktan ürün aynı boynada ve aynı renkte çıkmaz... Çocukluğunuzdaki domatesleri hatırlayın, hiçbiri birine benziyor muydu?
Şimdi ise hepsi aynı boy nerdeyse... Avrupa daki kadar extrem değil, bunu biliyorum... Ama bu marketteki düzen 'Avrupalı nın doğadan anladığı işte bu!' diye düşündürtmüştür bana hep... Aynı boy ve aynı renkte cahilce bir 'güzellik' anlayışı ile üretilmiş tatsız domatesler... Dışı güzel, içi tatsız... A.B.D. nin bize kakaladığı o berbat muzlar gibi... Ama yine de yiyoruz işte...
Ökolojik Devrim in felsefe ile çok yakın ilişkisi var. Okuyacak şey de çok var, yazacak da... Altta dünkü Milliyet ten bir yazı...
p.s. Bu arada birşey eklemeyi unuttum. Ayrıca çürümüş kemikleri bitkilerden beslenmesi gereken sığırlara yedirmek kötü bir ün yapmış olan protestan İngiliz vahşi kapitalizminin bir fikri idi ve deli dana salgınına sebep oldu.
Milliyet, 2 Eylül 2007, Metin Münir
Lawes'un yaptığı ve yapmadığı
Suni gübrenin babası, John Bennet Lawes adlı bir İngilizdir. Aslında Lawes için suni gübrenin amcası demek belki daha doğru olur. Çünkü, bazı maddeleri toprağa katmanın verimi artırdığını ilk Justus von Leibig isimli bir Alman keşfetti. Ama Leibig ne buluşunun patentini aldı ne de ticari olarak geliştirdi.
Lawes ise Leibig'in önerdiği maddeleri (ezilmiş kemikti bunlar) kendi topraklarında kullanıp olumlu sonuç alınca, 1841'de dünyanın ilk suni gübre fabrikasını kurarak ve çarçabuk zengin oldu.
Lawes'un, Londra'nın kuzeyindeki Hertforshire eyaletinde ailesinden kalan toprakları vardı. Burada bir laboratuvar kurdu ve toprak verimini yapay maddelerle artırmanın başka yöntemlerini de keşfetti.
Aynı yerde dünyanın ilk deneme çiftliğini kurdu. Arazisini iki parsele ayırdı. Birine beyaz şalgam, diğerine buğday ekti. Parselleri 22 parçaya böldü ve her birinde yeni gübre bileşimleri kullandı.
Bu deneyler esnasında azot ve fosfatın faydalarını ortaya çıkardı, ama bir sonuç bunlardan fazla ilgisini çekti: Azot, bitkileri azdırıyordu. Ama, azot kullanan tarlalarda bitki çeşitliliği azalıyordu. Azotla gübrelenmiş parsellerde sadece 3 tür bitki büyürken gübrelenmemiş olanlarda yabani ot, baklagil, vesaire türünden 50 bitki vardı.
Suni gübre verimi artırıyor, ama doğanın çeşitliliğini azaltıyordu.
Lawes başını kaşıyıp yeni bir deneye girişti.
1882'de, arazisinde, üzerinde buğday ürünü bulunan 2,000 metrekarelik bir alanı çitlerle çevirtti ve doğal haline bıraktı.
Buğdaylar yeşerdi, sarardı ve yere döküldü. Bir sene sonra aynı şey oldu, ama artık buğday, toprağa gelen yabani otlar ve sarmaşıklarla rekabet halindeydi. 1886'da sadece üç sap buğday büyüdü. Yabani ot çeşitleri arttı, kır çiçekleri ve yabani orkideler görüldü.
Bir yıl sonra buğday tamamen yok oldu. Tarım başlamadan önce çevrede saltanat süren bitki örtüsü tarlaya yeniden hükümran oldu.
On yıl geçtikten sonra bitki örtüsü daha da zenginleşti. Fındık, alıç, dişbudak, meşe fidanları boy gösterdi.
Tarla, Romalılardan beri buğday arazisi olarak kullanılıyordu. Kendi halinde bırakıldıktan sonra yılların geçişiyle, doğal haline avdet etmeye devam etti ve ormana dönüştü.
1915'te fındık, alıç, dişbudak ve meşeye 10 başka ağaç türü katıldı. 1938'de tarlanın çevresinde söğüt ağaçları belirdi. Daha sonra bunlar yerlerini bektaşi üzümü ve porsuk ağaçlarına bırakmaya başladılar.
Lawes'un başlattığı deney devam ediyor. Ama sonuç çoktan belli: Toprak doğal haline bırakıldığında, kendiliğinden, tarımdan önceki haline avdet eder. Rüzgârın getirdiği, sellerin emanet ettiği, kuşların bıraktığı, hayvan postuna takılıp seyahat eden tohumlar; suların berrak ve temiz aktığı, havanın baldan tatlı koktuğu cenneti geri getirir.
Bunun için yakında hükümet, "Orman vasfını kaybetmiş arazidir, satalım da Hazine'ye para girsin" teranesiyle yeniden karşınıza çıktığında inanmayın. Kandırılıyorsunuz. Nasıl saçı kesilen insan, insan olma vasfını kaybetmezse, ağaçları kesilen, yakılan orman da orman olma vasfını kaybetmez.
Oralarda yapılacak en iyi şey, Lawes'un yaptığı gibi, hiçbir şey yapmamaktır.
NOT: Yarından itibaren bir hafta kadar tatil yapacağım.
Bir örnek vermek istiyorum suni gübre sorununa...
Ukrayna da suni gübrenin ulaşamadığı yerler varmış, orada fakir çiftçilerin yetiştirdikleri birdenbire iki misli kazandırmaya başlamış, çünkü hakiki imişler...Yani doğal gübre ile yetişmiş doğal ürünler... Aslında bu Ukrayna da olan şey amaçlı değildi. Kapitalizmin varamadığı noktalardan biri olduğu için tesadüfen cereyan etti olay...
Türkiye suni gübreden, hormana her türlü kimyasal maddenin tarımda bilinçsizce ve yanlış kullanıldığı bir yer olarak geçiyor yurt dışında. Ben zaten senelerdir kendim de izliyorum Istanbul daki çeşitliliğin azalmasını ;mesela ben bu sene yerli çilek görmedim. Üzümün çeşitleri yok oldu ortadan... Çavuş, yapıncak ve daha başka türlüleri yok muydu bunlarn? İtalya da yetişen bir tür sanki ortalığı zapt etti.
Meyve ve sebzenin o sevimsiz, soğuk Avrupa nın süper market fiyatlarına ulaşmasını ben dehşetle takip ediyorum. Görüntü de aynılaşıyor bazen... Sanki bir ordu düzenleniyormuşcasına tektipleştirilmiş meyve ve sebzeler... Felsefe ile bağdaştırıyorum kafamda bazı şekilleri. Modernite nin tektipleştirme hırsı sanki meyve ve sebzeyi bile vurmuş... Kontrol ve tektipleştirme...
Topraktan ürün aynı boynada ve aynı renkte çıkmaz... Çocukluğunuzdaki domatesleri hatırlayın, hiçbiri birine benziyor muydu?
Şimdi ise hepsi aynı boy nerdeyse... Avrupa daki kadar extrem değil, bunu biliyorum... Ama bu marketteki düzen 'Avrupalı nın doğadan anladığı işte bu!' diye düşündürtmüştür bana hep... Aynı boy ve aynı renkte cahilce bir 'güzellik' anlayışı ile üretilmiş tatsız domatesler... Dışı güzel, içi tatsız... A.B.D. nin bize kakaladığı o berbat muzlar gibi... Ama yine de yiyoruz işte...
Ökolojik Devrim in felsefe ile çok yakın ilişkisi var. Okuyacak şey de çok var, yazacak da... Altta dünkü Milliyet ten bir yazı...
p.s. Bu arada birşey eklemeyi unuttum. Ayrıca çürümüş kemikleri bitkilerden beslenmesi gereken sığırlara yedirmek kötü bir ün yapmış olan protestan İngiliz vahşi kapitalizminin bir fikri idi ve deli dana salgınına sebep oldu.
Milliyet, 2 Eylül 2007, Metin Münir
Lawes'un yaptığı ve yapmadığı
Suni gübrenin babası, John Bennet Lawes adlı bir İngilizdir. Aslında Lawes için suni gübrenin amcası demek belki daha doğru olur. Çünkü, bazı maddeleri toprağa katmanın verimi artırdığını ilk Justus von Leibig isimli bir Alman keşfetti. Ama Leibig ne buluşunun patentini aldı ne de ticari olarak geliştirdi.
Lawes ise Leibig'in önerdiği maddeleri (ezilmiş kemikti bunlar) kendi topraklarında kullanıp olumlu sonuç alınca, 1841'de dünyanın ilk suni gübre fabrikasını kurarak ve çarçabuk zengin oldu.
Lawes'un, Londra'nın kuzeyindeki Hertforshire eyaletinde ailesinden kalan toprakları vardı. Burada bir laboratuvar kurdu ve toprak verimini yapay maddelerle artırmanın başka yöntemlerini de keşfetti.
Aynı yerde dünyanın ilk deneme çiftliğini kurdu. Arazisini iki parsele ayırdı. Birine beyaz şalgam, diğerine buğday ekti. Parselleri 22 parçaya böldü ve her birinde yeni gübre bileşimleri kullandı.
Bu deneyler esnasında azot ve fosfatın faydalarını ortaya çıkardı, ama bir sonuç bunlardan fazla ilgisini çekti: Azot, bitkileri azdırıyordu. Ama, azot kullanan tarlalarda bitki çeşitliliği azalıyordu. Azotla gübrelenmiş parsellerde sadece 3 tür bitki büyürken gübrelenmemiş olanlarda yabani ot, baklagil, vesaire türünden 50 bitki vardı.
Suni gübre verimi artırıyor, ama doğanın çeşitliliğini azaltıyordu.
Lawes başını kaşıyıp yeni bir deneye girişti.
1882'de, arazisinde, üzerinde buğday ürünü bulunan 2,000 metrekarelik bir alanı çitlerle çevirtti ve doğal haline bıraktı.
Buğdaylar yeşerdi, sarardı ve yere döküldü. Bir sene sonra aynı şey oldu, ama artık buğday, toprağa gelen yabani otlar ve sarmaşıklarla rekabet halindeydi. 1886'da sadece üç sap buğday büyüdü. Yabani ot çeşitleri arttı, kır çiçekleri ve yabani orkideler görüldü.
Bir yıl sonra buğday tamamen yok oldu. Tarım başlamadan önce çevrede saltanat süren bitki örtüsü tarlaya yeniden hükümran oldu.
On yıl geçtikten sonra bitki örtüsü daha da zenginleşti. Fındık, alıç, dişbudak, meşe fidanları boy gösterdi.
Tarla, Romalılardan beri buğday arazisi olarak kullanılıyordu. Kendi halinde bırakıldıktan sonra yılların geçişiyle, doğal haline avdet etmeye devam etti ve ormana dönüştü.
1915'te fındık, alıç, dişbudak ve meşeye 10 başka ağaç türü katıldı. 1938'de tarlanın çevresinde söğüt ağaçları belirdi. Daha sonra bunlar yerlerini bektaşi üzümü ve porsuk ağaçlarına bırakmaya başladılar.
Lawes'un başlattığı deney devam ediyor. Ama sonuç çoktan belli: Toprak doğal haline bırakıldığında, kendiliğinden, tarımdan önceki haline avdet eder. Rüzgârın getirdiği, sellerin emanet ettiği, kuşların bıraktığı, hayvan postuna takılıp seyahat eden tohumlar; suların berrak ve temiz aktığı, havanın baldan tatlı koktuğu cenneti geri getirir.
Bunun için yakında hükümet, "Orman vasfını kaybetmiş arazidir, satalım da Hazine'ye para girsin" teranesiyle yeniden karşınıza çıktığında inanmayın. Kandırılıyorsunuz. Nasıl saçı kesilen insan, insan olma vasfını kaybetmezse, ağaçları kesilen, yakılan orman da orman olma vasfını kaybetmez.
Oralarda yapılacak en iyi şey, Lawes'un yaptığı gibi, hiçbir şey yapmamaktır.
NOT: Yarından itibaren bir hafta kadar tatil yapacağım.
2007-07-06
Cezayir Menekşesi

Herşeyimiz ithal olduğu için çiçekler de ithal... Bunu doğru bulmuyorum ama iyi bir tarafı oluyor, çiçeklerin latince isimlerini öğreniyor, dolayısıyla Türkçe isimlerini de bulabiliyor insan... Latincesi 'Vinca' türü denen çiçeklerden bir türü sanırım Cezayir Menekşesi. Birisinin bunu internete yazmış olması mutluluk verici...
Fotoğraf ve daha başka şeyleri sonra ekleyeceğim...
6 Ocak 2008 Pazar
Dün bu çiçeği düşündüm. Fotoğraf ekleyememiş olmam bir rezalet. Ama çiçeği ve uzun bir zaman evvel okuduğum birşeyi unutmamış olmam ilginç.
Biliyorsunuz 24 ve 25 Aralık ta hiristiyanlığın bazı kolları noeli kutluyor. Bunca zamandır hala hangi ülkenin ne tarihte neyi kutladığı aklımda kalmadı. Sadece ortodoks hiristiyanların 6 Ocağı noel olarak kutladıklarını biliyorum. Avusturya da 24 Aralık noel olarak kabul ediliyor, 6 Ocak için de 'Doğu dan gelen 3 kutsal kralın günü' deniyor. Niye Batı böyle birşey tercih etmiş hiristiyanlığı Doğu dan ithal ederken şu anda bilmiyoruz....
Bütün bunlar bu çiçek ile okuduğum şeylerden aklıma geldi. Hiristiyanlığın tarihini ve farklı kültürlerdeki algılanış şekillerini incelemek lazım...
Fransızca bir çiçek kitabında (evet yanlış duymadınız bir felsefe veya din kitabı değil, çiçekler üzerine ince bir kitapta) şöyle birşey okudum:
La Pervenche (Vinca)
...
'La jolie fleurette flirte aussi avec la divination. Jetez-en quelques feuilles dans un feu de joie le jour de l Epiphanie. Selon l intensite de leur crepitement, vous saurez predire votre avenir.'
6 Ocak Epifani Hiristiyan dininde önemli bir gün, 'Görünüş' (Erscheinung) olarak Almanca ya çevriliyor. Ama bu konuda mutlaka Almanca dan başka kaynaklar ile ilgilenmek lazım... Batı deyince aklınıza hiristiyanlık gelmesin, inanın bana son okuduklarımdan sonra Batı nın hiristiyanlık ile bir ilgisini olmadığını düşünüyorum...
O kadar herşeyi kendi kafalarına göre yapmışlar ki... Batı kadar kendi kendine tapan bir kültür var mıdır acaba, diye sormaktan kendimi alamıyorum bazen...
Wikipedia dan...
Epiphany (holiday), January 6, the Christian feast commemorating the revelation of Jesus to humanity, specifically the visit of the Magi (see The Holy Bible, The Gospel According to Matthew, Chapter 2, verses 1-12)
(Epiphany (feeling), a realization or comprehension of the essence or meaning of something or someone. An inspired understanding arising from connecting with profound insight, awareness, or enlightened truth.)
2007-06-30
Türkçesini bilmediğim çiçek

Ecnebicesi 'Kalanchoe' imiş. Madagaskar anavatanı imiş.
Yukarıda linki verilmiş olan Wikipedia dan
Cuidados [editar]
Riegos
Los riegos deben ser regulares en verano, dejando secar la tierra entre riego y riego y muy reducidos en invierno, manteniendo la tierra casi seca. No mojar las hojas al regarla.
Abono
El abono debe ser quincenal de abril a septiembre.
Ambiente
Necesita un ambiente luminoso, cálido y aireado. La luz solar no debe ser demasiado fuerte. Soporta bien los ambientes secos de calefacciones. La temperatura invernal debe ser de 15 a 18 ºC. No soportan las heladas ni temperaturas bajas.
Multiplicación
La multiplicación del Kalanchoe se hace por esquejes en primavera con una temperatura de 20 ºC. Se debe trasplantar después de la floración en primavera.
Poda
Se despunta el brote principal para provocar la ramificación.
Tierra
Prefiere un suelo de tierra calcárea y volcánica, bien drenada. Poner un poco de turba en otoño para acolchar y proteger del frío.
2007-04-26
Glayör


This is a special flower to me. The turkish word for this flower is obviously from French. I haven t seen this flower for a long time in my environment. I don t know, why.
Sad, sad stories... This was the flower which father has used to give to my mother as a present on the anniversaries of their marriage.
There is a kind of sorrow, which you can t cry up, even if you cry your whole life long...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)