Uzun zamandan beri müzik adına birşey yok hayatımda, onun için müzik bölümüne pek birşey ekleyemedim. Yukarıda linki olan blog gerçekten çok hoş, profesyonel yapılmış bir blog... Takip edilmesi gereken bir blog.
En son postaları da dikkatimi çekti. 'Haydut' kelimesini farketmemek mümkün değil. 'Haydut' kelimesini ben seviyorum, birçok şeyi başka türlü tarif etmek mümkün değil bu ülkede...
'Haydut' kelimesini bu blogda ben Almanca deyişi ile 'terminus technicus' olarak kullanmaya çalışıyorum... Ama tabii aşağıdaki kullanılışı farklı.
http://musicaparaminorias.blogspot.com/2010/03/haidouti-orkestar-balkan-heroes.html
MUSİC MÜZİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MUSİC MÜZİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2010-03-12
2009-08-04
Radio Tarifa
2009-07-27
27 Temmuz 09
Sevgili Günlük,
Hala aynı şeyleri düşünüyorum. 'Ağlayan Deve' filmi güzeldi. Deve yavrularının bu kadar tatlı ve güzel olduklarını bilmiyordum. Hele filmde 'başrolü oynayan' minik beyaz deve ne kadar tatlı idi. Gobi Çölü bile burdan daha iyi diye de aklımdan geçmedi değil. Çöldeki bir deve burdaki birçok insandan daha hassas. Ama bu beni hiç şaşırtmıyor, orda burdaki kadar kakafoni yok tabii.
İnşaat saatleri hangi ülkede keyfidir? Cumartesi ni Pazar a bağlayan gece saat 1 gibi hangi şehirde inşaat yapılır? Onu geç, dün gazetede gördüm, sayın başbakan RTE yoldan geçenleri artık durdurup, keyfi şımarıklıklar yapıyormuş... Sana ne milletin dinlediği müzikten? Ne kadar büyük bir rezillik, bir başbakanın yapacağı birşey midir bu? Herhalde bu ülkede önemli birşeyden bahsedilmesin, gündem böyle sığ ve saçma kalsın diye...
Ama bence müzik önemli... Hem de çok önemli...
Sonra Mustafa filmi de aklımdan çıkmış değil. Filmde eleştirilecek birçok nokta var ama bir yerde 'Mustafa Kemal dini özele indirgemeye çalıştı gibi birşey vardı... Bir kere bu çok saçma. Türkiye de bugün 'kültür savaşları' yaşayan ve yaşatan kısmın hiçbir zaman bir özeli olmadı ki...'Özel' 18.yy da Batı da yavaş, yavaş oluşuyor ve 'mahrem' falan demek değil...Çünkü 'mahrem' hep vardı Doğu toplumlarında...
Can Dündar inanılmaz derecede yüzeysel ve sermayenin vıcıklığında görüşler etrafa saçtığı için bilmeyebilir ama bu ülkede taşrada veya daha başka kesimlerde 'özel' yok...
Zaten Sabancı dan da bu ülkeye bir hayır gelse şaşardım açıkçası... Adamların destekledikleri film bile kendi varlıklarını bu ülkede sağlamlaştırmak için...
Laiklik bu ülkeden bakıldığında evrimde bir gelişme derecesi, siz ordan çok uzaksınız...
Aklıma bir de Viyana da yaşadığım birşey geldi, AB ye bağlı bir kuruluş için bir anket yapılıyordu, sağlık ile ilgili bir anketti, anonim yapılıyordu. Türkiye yi terketmelerine sebep olarak politik irtica sebebini işaretleyen iki genç kızın (hem de başörtüsü yüzünden), aynı zamanda iki kere evlilik dışı çocuk aldırdıklarını anketten anladım ve açıkçası şaşırdım... Ankette aynı zamanda 'ekonomik sebeplerle göç' maddesi vardı, bu maddeyi işaretlemediler, ki aslında durum % 100 öyle idi...Çok gençtiler, anladım ki, gurur yapıyorlar...Ne kadar saçma... Sanki fakir olmak ayıp birşeymiş gibi veya onların bir suçu imiş gibi...Neyse. Sonra daha beteri muhtelemen aile içi tecavüz kurbanılar ama da bunu telafüz bile edebilecek durumda değiller... İşte dindar Anadolu diye geçti aklımdan...Ve tabii aslında herşeyin suçlusu Atatürk idi... Kadınları 'açmasa' idi, tecavüz de olmayacaktı!!!!! Çüşşşş! Ohaaa!!!!! Halbuki inanılmaz küçük metrekarelerde çok fazla kişi yaşıyorlar...Olayın tabiiki Atatürk ile falan alakası yok... Ama işte bir AKP seçmeni profili size!!!! Bu ülkede kadınların 'açık' veya 'kapalı' olması 'özel' in konusu olamaz! Siz daha insan bile değilsiniz, ilk önce insan olmanız lazım!
Hala aynı şeyleri düşünüyorum. 'Ağlayan Deve' filmi güzeldi. Deve yavrularının bu kadar tatlı ve güzel olduklarını bilmiyordum. Hele filmde 'başrolü oynayan' minik beyaz deve ne kadar tatlı idi. Gobi Çölü bile burdan daha iyi diye de aklımdan geçmedi değil. Çöldeki bir deve burdaki birçok insandan daha hassas. Ama bu beni hiç şaşırtmıyor, orda burdaki kadar kakafoni yok tabii.
İnşaat saatleri hangi ülkede keyfidir? Cumartesi ni Pazar a bağlayan gece saat 1 gibi hangi şehirde inşaat yapılır? Onu geç, dün gazetede gördüm, sayın başbakan RTE yoldan geçenleri artık durdurup, keyfi şımarıklıklar yapıyormuş... Sana ne milletin dinlediği müzikten? Ne kadar büyük bir rezillik, bir başbakanın yapacağı birşey midir bu? Herhalde bu ülkede önemli birşeyden bahsedilmesin, gündem böyle sığ ve saçma kalsın diye...
Ama bence müzik önemli... Hem de çok önemli...
Sonra Mustafa filmi de aklımdan çıkmış değil. Filmde eleştirilecek birçok nokta var ama bir yerde 'Mustafa Kemal dini özele indirgemeye çalıştı gibi birşey vardı... Bir kere bu çok saçma. Türkiye de bugün 'kültür savaşları' yaşayan ve yaşatan kısmın hiçbir zaman bir özeli olmadı ki...'Özel' 18.yy da Batı da yavaş, yavaş oluşuyor ve 'mahrem' falan demek değil...Çünkü 'mahrem' hep vardı Doğu toplumlarında...
Can Dündar inanılmaz derecede yüzeysel ve sermayenin vıcıklığında görüşler etrafa saçtığı için bilmeyebilir ama bu ülkede taşrada veya daha başka kesimlerde 'özel' yok...
Zaten Sabancı dan da bu ülkeye bir hayır gelse şaşardım açıkçası... Adamların destekledikleri film bile kendi varlıklarını bu ülkede sağlamlaştırmak için...
Laiklik bu ülkeden bakıldığında evrimde bir gelişme derecesi, siz ordan çok uzaksınız...
Aklıma bir de Viyana da yaşadığım birşey geldi, AB ye bağlı bir kuruluş için bir anket yapılıyordu, sağlık ile ilgili bir anketti, anonim yapılıyordu. Türkiye yi terketmelerine sebep olarak politik irtica sebebini işaretleyen iki genç kızın (hem de başörtüsü yüzünden), aynı zamanda iki kere evlilik dışı çocuk aldırdıklarını anketten anladım ve açıkçası şaşırdım... Ankette aynı zamanda 'ekonomik sebeplerle göç' maddesi vardı, bu maddeyi işaretlemediler, ki aslında durum % 100 öyle idi...Çok gençtiler, anladım ki, gurur yapıyorlar...Ne kadar saçma... Sanki fakir olmak ayıp birşeymiş gibi veya onların bir suçu imiş gibi...Neyse. Sonra daha beteri muhtelemen aile içi tecavüz kurbanılar ama da bunu telafüz bile edebilecek durumda değiller... İşte dindar Anadolu diye geçti aklımdan...Ve tabii aslında herşeyin suçlusu Atatürk idi... Kadınları 'açmasa' idi, tecavüz de olmayacaktı!!!!! Çüşşşş! Ohaaa!!!!! Halbuki inanılmaz küçük metrekarelerde çok fazla kişi yaşıyorlar...Olayın tabiiki Atatürk ile falan alakası yok... Ama işte bir AKP seçmeni profili size!!!! Bu ülkede kadınların 'açık' veya 'kapalı' olması 'özel' in konusu olamaz! Siz daha insan bile değilsiniz, ilk önce insan olmanız lazım!
2009-07-24
'Mustafa' filmi hakkında
Maalesef bir blogda bütün düşünceleri yazmak mümkün oluyor, ama yine de kısa bir not almak bile insana o zaman neler düşünmüş olduğunu hatırlatıyor.
Filmde beni biçimsel olarak en çok irrite eden şey, müzikti. Müzik için Goran Bregoviç yazıyordu ama ne olduğu yazmıyordu. Duyduğumuz ise 'Time of Gypsies' filminin müziği idi veya ona çok benzeyen bir müzikti. Ben Goran Bregoviç i müzisyen olarak çok severim ama bu filmdeki müzikler tam bir facia idi... Zaten bu piyasa filmi (ki bence asla belgesel değildi) optik üzerine kurulmuş, akustik önemsenmemiş. Bu Türkiye için çok klasik birşey. Kulaklar kakafoniye alışmış, sıfır hassasiyet. (Köşedeki camiinin imamı yine saçmalıyor, bugün Cuma olduğu için, ama kimse takmıyor, herkes kendi havasında. Gürültü burda insanları rahatsız etmiyor. Daha iyisine alışmamışlar ki, tanımamışlar ki...Adam kendi sesi esnasında konuşmaya devam ediyor, olabilir mi böyle birşey? Ben ve ben şeklinde. Normalde mesela ezan okunurken, konuşulmaz. Ama adam kendisine doyamıyor ki...Ben ve ben şeklinde...Hey hayt! Bir kenar mahalle imamından başbakan olmadı mı bu ülkede? Belki Allah ona da denizde millletten çalınmış gemiler, iç edilmiş televizyon kanalları, yasadışı ihaleler ihsan eder...Belli mi olur?)
Eğer Can Dündar zerre kadar Atatürk ü anlamış olsa, o film müziğini seçmezdi. Hadi bunu geç, peki kendi sesi ile herşeyi seslendirmesi neydi? Madem Sabancı dan destek alıyorsun, bir tiyatrocu profesyonel tut da, o seslendirsin. Hem yazıp, yönetiyorsun, bir de senin seslendirmen şart mı?
Sonra filmde kopukluklar vardı. Bu biçimsel eleştiri kısaca. Tabii içerik eleştirisi daha komplike bir olay...
Filmde beni biçimsel olarak en çok irrite eden şey, müzikti. Müzik için Goran Bregoviç yazıyordu ama ne olduğu yazmıyordu. Duyduğumuz ise 'Time of Gypsies' filminin müziği idi veya ona çok benzeyen bir müzikti. Ben Goran Bregoviç i müzisyen olarak çok severim ama bu filmdeki müzikler tam bir facia idi... Zaten bu piyasa filmi (ki bence asla belgesel değildi) optik üzerine kurulmuş, akustik önemsenmemiş. Bu Türkiye için çok klasik birşey. Kulaklar kakafoniye alışmış, sıfır hassasiyet. (Köşedeki camiinin imamı yine saçmalıyor, bugün Cuma olduğu için, ama kimse takmıyor, herkes kendi havasında. Gürültü burda insanları rahatsız etmiyor. Daha iyisine alışmamışlar ki, tanımamışlar ki...Adam kendi sesi esnasında konuşmaya devam ediyor, olabilir mi böyle birşey? Ben ve ben şeklinde. Normalde mesela ezan okunurken, konuşulmaz. Ama adam kendisine doyamıyor ki...Ben ve ben şeklinde...Hey hayt! Bir kenar mahalle imamından başbakan olmadı mı bu ülkede? Belki Allah ona da denizde millletten çalınmış gemiler, iç edilmiş televizyon kanalları, yasadışı ihaleler ihsan eder...Belli mi olur?)
Eğer Can Dündar zerre kadar Atatürk ü anlamış olsa, o film müziğini seçmezdi. Hadi bunu geç, peki kendi sesi ile herşeyi seslendirmesi neydi? Madem Sabancı dan destek alıyorsun, bir tiyatrocu profesyonel tut da, o seslendirsin. Hem yazıp, yönetiyorsun, bir de senin seslendirmen şart mı?
Sonra filmde kopukluklar vardı. Bu biçimsel eleştiri kısaca. Tabii içerik eleştirisi daha komplike bir olay...
2007-11-14
Yemen Türküsü
Bilinç bir muamma. Çok katmanlı. Kesinlikle tek sesli değil. Karmaşık ve basit aynı anda... Herakleitos un dediği gibi zıtlıklar birdir...
Yemen Türküsü aklıma nerden geldi bilmiyorum. Yemen Türküsü bir ninni gibidir, bu ülkede çocukluğunu geçiren herkesin içine işlemiştir bence...
Yukarıdaki linkte notaları var.
Aylardan Kasım. Kasım zaten bence hüzünlü bir aydır...
Hüzün kelimesini artık herkes öğrendi. Aslında Orhan Pamuk a bu konuda teşşekkür etmek gerekir. Uzak coğrafyalardan insanlar artık hüzün kelimesini tanıyor ve Istanbul denince akla ilk bu kelime geliyor. En başta pek hoşuma gitmiyordu ama insan burda uzun süre kalınca inanılmaz bir hüzün hissediyor zamanla...
Bütün güzelliğine rağmen ben hüzünün yenilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu arada Yemen Türküsünü Şebnem Ferah ve Barış Manço da yorumlamışlar. Bu da çok hoşuma gitti.
Ben en çok Şebnem Ferah ın yorumunu beğendim. Bence onun sesine de yakışmış bu türkü.
Devamlı umursuz dönen bir çark ile devamlı yeniyi arayan bir çark düşünün... Ebediyetin çarkı ile gündelik hayatın çarkını düşünün... Hep bir hareket var ama o hareket belli bir noktadan sonra tamamen duruş olarak da gözükebilir... Dünyayı da hareketsiz bir dikdörtgen zannetmediler mi bazı dar görüşlüler... (aslında aklımdan 'Flachköpfe' lafı geçiyor...) Aslında hep bir dönüş var idi ve o dönüş herşeyi hareketsiz gösteriyordu...
Yemen Türküsü aklıma nerden geldi bilmiyorum. Yemen Türküsü bir ninni gibidir, bu ülkede çocukluğunu geçiren herkesin içine işlemiştir bence...
Yukarıdaki linkte notaları var.
Aylardan Kasım. Kasım zaten bence hüzünlü bir aydır...
Hüzün kelimesini artık herkes öğrendi. Aslında Orhan Pamuk a bu konuda teşşekkür etmek gerekir. Uzak coğrafyalardan insanlar artık hüzün kelimesini tanıyor ve Istanbul denince akla ilk bu kelime geliyor. En başta pek hoşuma gitmiyordu ama insan burda uzun süre kalınca inanılmaz bir hüzün hissediyor zamanla...
Bütün güzelliğine rağmen ben hüzünün yenilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu arada Yemen Türküsünü Şebnem Ferah ve Barış Manço da yorumlamışlar. Bu da çok hoşuma gitti.
Ben en çok Şebnem Ferah ın yorumunu beğendim. Bence onun sesine de yakışmış bu türkü.
Devamlı umursuz dönen bir çark ile devamlı yeniyi arayan bir çark düşünün... Ebediyetin çarkı ile gündelik hayatın çarkını düşünün... Hep bir hareket var ama o hareket belli bir noktadan sonra tamamen duruş olarak da gözükebilir... Dünyayı da hareketsiz bir dikdörtgen zannetmediler mi bazı dar görüşlüler... (aslında aklımdan 'Flachköpfe' lafı geçiyor...) Aslında hep bir dönüş var idi ve o dönüş herşeyi hareketsiz gösteriyordu...
2007-08-04
la música de las estaciones

İnsan niye hep bildiği şeylerin peşinden koşar ? Tanıdık birşeyler arar ? Bilmiyorum...
Archimboldo ruhen beni artık neşelendirmediği, hareketlendirmediği, beslemediği halde onu görmek benim hoşuma gidiyor... Artık hayatınızda olmayan eski bir tanıdığa rastlamak gibi... Aslında en çok da kış tablosunu severdim. Görünce aklıma geldi, odamda asılı durduğunu bile unutmuştum bir zaman...

Bu arada internet inanılmaz bir arşivleme ve kontrol etme makinası...Yukarıdaki linkten de anlaşılabileceği gibi...Biz bunun da pozitif tarafını görmek istiyoruz bugün...
2007-07-06
2007-07-02
Bugünden bu kalsın; Chopin Berceuse

Fryderyk Franciszek Chopin (Frédéric François Chopin auch Fryderyk Franciszek Szopen)
*1810 in Żelazowa Wola, nahe Warschau/Polen[1]; † 17. Oktober 1849 in Paris
Bu gece için tavsiye;
Ninni (Berceuse Des-Dur (1844)
Hayat hikayesinde Varşova, Viyana ve Paris in olması hoşuma gitti. Alttaki alıntı Wikipedia dan
In den Jahren zwischen 1829 und 1831 hielt sich Chopin abwechselnd in Warschau, Wien und in Paris auf. Er gab mehrere Konzerte, denen Publikum wie Fachpresse großes Lob zollten. Die „Allgemeine Musikalische Zeitung“ in Leipzig hob die „ausgezeichnete Zartheit seines Anschlags, eine unbeschreibliche mechanische Fertigkeit, sein vollendetes, der tiefsten Empfindung abgelauschtes Nuancieren“ hervor und bezeichnete ihn als „einen der leuchtendsten Meteoren am musikalischen Horizont“. 1829 war es auch, als Chopin sich in die Konservatoriumsschülerin Konstanze Gladkowska verliebte, er beichtete es seinem Freund Titus. Die verheimlichte Leidenschaft endete für sie, da Vater Nicolas Chopin angesichts der 1830 im damaligen Kongresspolen ausgebrochenen Aufstände gegen die Fremdherrschaft seinem Sohn riet, vorerst im Ausland zu bleiben. Die endgültige Übersiedlung Frédéric Chopins nach Paris erfolgte im Jahr 1831. Der Abschied von seiner Heimat Polen war ihm nicht leicht gefallen.
2007-04-03
Der Duft der Farben (The colour of Love)
Ich notiere mir das Buch. (Preethi Nair, The Colour of Love, Der Duft der Farben) habe es mir noch nicht angeschaut, aber wollte es mir notieren, bevor es auch vergessen wird in vielen unnötigen details des lebens...
ich weiss nicht ob man das buch oder sagen wir die buecher mehr lieben kann als das leben. Aber die buecher haben etwas, was das leben nicht haben sollte, das Feste statt des Flüssigen, das Vollendete statt des Offenen...Mir hat das Buch wegen seinem cover gefallen. Man könnte mich als ein Opfer sehen der Vermarktung. Ich weiss es noch nicht.
Aber die Farben auf dem Buch habe ich schön gefunden...
And I read there:
"Do not self publish
Unless, you can cope with it going absolutely nowhere, you have lots of money, time, 110% committed or are mad."
I know ofcourse what she is talking about and I know that she is right. But I like being a maniac. And ofcourse I don t possess the money I "throw away." But I don t think so...
By that time you can choose to be a clown or a don quichote in the mass media. U don t have other chances as a publisher...
"Rubber of Soul" is an album from 1965 ( if i am not wrong) from Beatles and there is a song "Nowhere man". I like this song...(Play the song)
ich weiss nicht ob man das buch oder sagen wir die buecher mehr lieben kann als das leben. Aber die buecher haben etwas, was das leben nicht haben sollte, das Feste statt des Flüssigen, das Vollendete statt des Offenen...Mir hat das Buch wegen seinem cover gefallen. Man könnte mich als ein Opfer sehen der Vermarktung. Ich weiss es noch nicht.
Aber die Farben auf dem Buch habe ich schön gefunden...
And I read there:
"Do not self publish
Unless, you can cope with it going absolutely nowhere, you have lots of money, time, 110% committed or are mad."
I know ofcourse what she is talking about and I know that she is right. But I like being a maniac. And ofcourse I don t possess the money I "throw away." But I don t think so...
By that time you can choose to be a clown or a don quichote in the mass media. U don t have other chances as a publisher...
"Rubber of Soul" is an album from 1965 ( if i am not wrong) from Beatles and there is a song "Nowhere man". I like this song...(Play the song)
2007-02-27
3.Reich und Musik
İspanyol Gazetesi El Pais den alınmış bir sergi haberi var aşağıda. Bunlar bilinen şeyler ama tekrarlanmasında fayda var. Sanat ve politikanın birbirlerine biraz mesafeli kalmaları lazım.
Naziler başa geçtiklerinde kendilerine göre belirledikleri müzik anlayışını ötekilerden üstün göstermeye çalıştılar. Bu tabii aptalca birşeydi ama herşeyini kültür üzerinden şekillendiren bir güç için bu aslında şaşılacak birşey değil, sadece abartı. Modernite nin içinde olan unsurlardan bir tanesini yani eğitim ile insan üzerinde hakimiyet kurma çabasını en son noktasına getirdiler, bu tabii ki bir faşizm idi.
España
La música "degenerada" que repudió el III Reich
Una exposición recoge en Barcelona documentos gráficos, escritos y sonoros
sobre los esfuerzos del régimen de nazi de imponerse sus criterios en la música
EFE -Barcelona -26/02/2007
Pinturas, dibujos y grabados, grabaciones sonoras, filmes y material gráfico y documental ilustran
desde hoy en La Pedrera la exposición La música y el III Reich, los esfuerzos del régimen nazi para
imponer cierta creación musical germánica en detrimento de la llamada "música degenerada". La
exposición parte del núcleo presentado a finales de 2004 en la Cité de la Musique, ampliado en
Barcelona por la Fundación Caixa Catalunya, con "una dedicación especial a la música del exilio y a la
de los campos de concentración, con un capítulo centrado específicamente en la música en el campo
de concentración de Terezin", ha destacado el director de la Fundación, Alex Susanna.
"Aunque la exposición es una metáfora de la relación entre la música y el poder, las interferencias, las
injerencias y la comunicación entre ambos, también puede ser vista como una muestra sobre el poder
de la música, representado por la fuerza que tuvo en los campos de concentración", ha añadido
Susanna.
Según ha explicado hoy el comisario de la exposición, Pascal Huynh, "el cartel que introduce al
visitante, en el que se funden el águila imperial del escudo alemán con un órgano, ya expresa la
importancia que la música tuvo en la propaganda nazi y la difusión de la idea de la superioridad de la
música alemana sobre el resto". Tanto Hitler como su ministro de Propaganda, Josef Goebbels, tenían
la arquitectura y la música entre sus artes preferidas.
A partir de 1933, concreta Huynh, el régimen nacionalsocialista comenzó la depuración sistemática de
la vida cultural "con la imposición de un ideal estético basado en la supremacía de la raza aria", una
"revolución conservadora" que cristaliza alrededor de los valores del clasicismo y la gran tradición
romántica. Fuera de este círculo quedan las corrientes expresionistas, abstractas y realistas, así como
la música atonal, rechazadas y asociadas a la "degeneración".
"Arte degenerado"
El término "arte degenerado" se acuña en la exposición organizada en Múnich en 1937, en la que se
condenan el arte abstracto, el dadaísmo y pintores representados en la exposición como George Grosz
u Oskar Kokoschka. La música también tuvo su exposición equivalente un año después en Düsseldorf,
en la que se ataca la internacionalización del jazz o la opereta judía.
Tras "reescribir" la historia de la música, de la que desaparecen los compositores de origen judío, como
Mendelssohn, Meyerbeer, Offenbach o Mahler, toma cuerpo la idea de "la superioridad natural de la
música alemana" construida, según el comisario, a partir de "Bach, Händel, Beethoven y Bruckner". El
drama wagneriano se convierte a partir de 1933 en "canon de la ópera oficial", una estética también
cultivada por compositores como Carl Orff, Werner Egk o Rudolf Wagner-Régeny.
La exposición se ocupa de algunos de los artistas que se quedaron en Alemania y los que se vieron
obligados a emigrar. Entre los que se quedaron, algunos fueron condenados a colaborar con el régimen
o a enmudecer, como Paul Hindemith, el director de orquesta Wilhelm Furtwängler, el pintor Emil
Nolde o el compositor Karl Amadeus Hartmann.
La exposición se cierra con un apartado dedicado a Theresienstad, el campo de concentración-modelo
creado por los nazis en 1941 al norte de Praga como instrumento de propaganda destinado a ser
utilizado de escaparate ante los observadores internacionales.
© Diario EL PAÍS S.L. -Miguel Yuste 40 -28037 Madrid [España] -Tel. 91 337 8200
© Prisacom S.A. -Ribera del Sena, S/N -Edificio APOT -Madrid [España] -Tel. 91 353 7900
Naziler başa geçtiklerinde kendilerine göre belirledikleri müzik anlayışını ötekilerden üstün göstermeye çalıştılar. Bu tabii aptalca birşeydi ama herşeyini kültür üzerinden şekillendiren bir güç için bu aslında şaşılacak birşey değil, sadece abartı. Modernite nin içinde olan unsurlardan bir tanesini yani eğitim ile insan üzerinde hakimiyet kurma çabasını en son noktasına getirdiler, bu tabii ki bir faşizm idi.
España
La música "degenerada" que repudió el III Reich
Una exposición recoge en Barcelona documentos gráficos, escritos y sonoros
sobre los esfuerzos del régimen de nazi de imponerse sus criterios en la música
EFE -Barcelona -26/02/2007
Pinturas, dibujos y grabados, grabaciones sonoras, filmes y material gráfico y documental ilustran
desde hoy en La Pedrera la exposición La música y el III Reich, los esfuerzos del régimen nazi para
imponer cierta creación musical germánica en detrimento de la llamada "música degenerada". La
exposición parte del núcleo presentado a finales de 2004 en la Cité de la Musique, ampliado en
Barcelona por la Fundación Caixa Catalunya, con "una dedicación especial a la música del exilio y a la
de los campos de concentración, con un capítulo centrado específicamente en la música en el campo
de concentración de Terezin", ha destacado el director de la Fundación, Alex Susanna.
"Aunque la exposición es una metáfora de la relación entre la música y el poder, las interferencias, las
injerencias y la comunicación entre ambos, también puede ser vista como una muestra sobre el poder
de la música, representado por la fuerza que tuvo en los campos de concentración", ha añadido
Susanna.
Según ha explicado hoy el comisario de la exposición, Pascal Huynh, "el cartel que introduce al
visitante, en el que se funden el águila imperial del escudo alemán con un órgano, ya expresa la
importancia que la música tuvo en la propaganda nazi y la difusión de la idea de la superioridad de la
música alemana sobre el resto". Tanto Hitler como su ministro de Propaganda, Josef Goebbels, tenían
la arquitectura y la música entre sus artes preferidas.
A partir de 1933, concreta Huynh, el régimen nacionalsocialista comenzó la depuración sistemática de
la vida cultural "con la imposición de un ideal estético basado en la supremacía de la raza aria", una
"revolución conservadora" que cristaliza alrededor de los valores del clasicismo y la gran tradición
romántica. Fuera de este círculo quedan las corrientes expresionistas, abstractas y realistas, así como
la música atonal, rechazadas y asociadas a la "degeneración".
"Arte degenerado"
El término "arte degenerado" se acuña en la exposición organizada en Múnich en 1937, en la que se
condenan el arte abstracto, el dadaísmo y pintores representados en la exposición como George Grosz
u Oskar Kokoschka. La música también tuvo su exposición equivalente un año después en Düsseldorf,
en la que se ataca la internacionalización del jazz o la opereta judía.
Tras "reescribir" la historia de la música, de la que desaparecen los compositores de origen judío, como
Mendelssohn, Meyerbeer, Offenbach o Mahler, toma cuerpo la idea de "la superioridad natural de la
música alemana" construida, según el comisario, a partir de "Bach, Händel, Beethoven y Bruckner". El
drama wagneriano se convierte a partir de 1933 en "canon de la ópera oficial", una estética también
cultivada por compositores como Carl Orff, Werner Egk o Rudolf Wagner-Régeny.
La exposición se ocupa de algunos de los artistas que se quedaron en Alemania y los que se vieron
obligados a emigrar. Entre los que se quedaron, algunos fueron condenados a colaborar con el régimen
o a enmudecer, como Paul Hindemith, el director de orquesta Wilhelm Furtwängler, el pintor Emil
Nolde o el compositor Karl Amadeus Hartmann.
La exposición se cierra con un apartado dedicado a Theresienstad, el campo de concentración-modelo
creado por los nazis en 1941 al norte de Praga como instrumento de propaganda destinado a ser
utilizado de escaparate ante los observadores internacionales.
© Diario EL PAÍS S.L. -Miguel Yuste 40 -28037 Madrid [España] -Tel. 91 337 8200
© Prisacom S.A. -Ribera del Sena, S/N -Edificio APOT -Madrid [España] -Tel. 91 353 7900
2007-02-25
Vladivostok

Vladivostok nire ben nire ? Ne kadar uzak yerler... Hem de alakasız yerler... Ama elime tesadüfe geçen bir medya işte beni böyle uzaklara götürdü. Nerden geldiğini bilmediğim bir dergiyi atacakken içinden bir cd çıktı. İyi bari çalayım dedim... 5.şarkı feci şekilde hoşuma gitti. Moon Stories, Park Modern diye birşey.. Rusya nın Asya daki en uzak ucundan müzik... Rusya nın Çin ve Kuzey Kore ye yakın olan en doğu noktasında bir şehir...Hoş...
http://kontakt.erstebankgroup.net/categories/disciplines/music/stories
ek: Vladivostok görüldüğü gibi Rusya nın bir ucu. En doğuda bir liman. Çin sınırına yakın bir yerde.
Bu resmi aldığım sayfanın linkini de veriyorum.
http://www.transib.net/tourCreate
2007-02-12
Hafız Sadeddin 1895 1961

En çok bu 'Hafız Sadeddin' ünvanı hoşuma gitti Sadettin Kaynak ( 1895-1961 )için.
Ben normalde Sadettin Kaynak dinleyen biri değilim ama bu CD yi almak benim çok hoşuma gitti. (Artık dinliyorum ve düşnüyorum) Sanki kayıp bir geçmişti ve onu bulduğuma sevindim. Kayıtların çoğu benim babamın, annemim yeni doğmuş olduğu yıllarda yapılmış. Önemli bir tarih aralığının, bir değişim sürecinin şahsiyeti Sadettin Kaynak aynı zamanda.
Yukaridaki albümde Türkçe Ezan var. Ben hayatımda ilk defa duymuş oldum, annem hep anlatırdı ama hiç gerçekmiş gibi gelmezdi.
Sema Efsane Hanımlara
Classical Turkish Music
There is something like 'Classical Turkish Music'.
This means there was also a court life in the Ottoman Empire for centuries.
There was a difference between 'high' and 'popular' culture, like almost everywhere in the world. But european modernization (not the american) has always stressed 'the popular', 'the folk' music by foreign cultures and 'the high' culture of his own. Very clever indeed. So we don t know a 'Jodeln' from Austria but 'Für Elise' von Beethoven... Or 'Die Zauberflöte' (Magical Flut) of Mozart. But 'das Volk' I mean the normal people in the country didn t listen to operas. (also in Austria) There can be exceptions and I mean ofcourse not the contemporary time. But the time which operas were only for the rich people.
The link I give is a commercial link and has a popular version of this classical Turkish Music.
The differences in social structures between east and west are also given in the music structures.
This means there was also a court life in the Ottoman Empire for centuries.
There was a difference between 'high' and 'popular' culture, like almost everywhere in the world. But european modernization (not the american) has always stressed 'the popular', 'the folk' music by foreign cultures and 'the high' culture of his own. Very clever indeed. So we don t know a 'Jodeln' from Austria but 'Für Elise' von Beethoven... Or 'Die Zauberflöte' (Magical Flut) of Mozart. But 'das Volk' I mean the normal people in the country didn t listen to operas. (also in Austria) There can be exceptions and I mean ofcourse not the contemporary time. But the time which operas were only for the rich people.
The link I give is a commercial link and has a popular version of this classical Turkish Music.
The differences in social structures between east and west are also given in the music structures.
2007-02-03
Orient - Occident

Eveet, aslında benim için can sıkıcı olan bir konuya güzel bir link ve müzik ile başlamak istedim. Jordi Savall geçenlerde Istanbul a da geldi, bildiğim kadarı ile, ama benim geç haberim oldu. Beni Istanbul da da, Viyana da da bizde çok bahsedilen Doğu - Batı sentezi fikri tiksindiriyordu. Hala da öyle. Hatta hep bir karikatür düşünmüşümdür, arada benim köprü olarak kullanıldığım üstümden Türk işçileri ve Türk burjuvasının karikatürize edilmiş resimleri geçerken.
Konu yine dağıldı. Yukarıdaki link Jordi Savall ın 'Doğu-Batı' albümünden. Gerçekten başarılı bir albüm ama tabiiki köprü olmaktan çok doğulu müziği anlamaya çalışan bir albüm. Albümü yapanlar bence doğuya iyi yaklaşmışlar ama bu da hristiyanlıktan geliyor. Yani grup bence ortaçağ hristiyan müziğine vakıf olduğu için Türk Sanat Müziği nin aşırılıklardan uzak, nerdeyse 'contemplativ' ruhunu iyi sezinlemiş, tabii Akdeniz sıcaklığı da eklenince işin içine güzel birşey çıkmış ortaya. Yani olay 'sentez' veya 'köprü' olayı değil, olay anlamak, hissetmek... Ama doğu darmadağın ve ruhunu, kendi ruhunu kaybetmiş. Türkiye 'sentez' veya 'köprü' olabilecek kadar vakıf değil bu iki kültüre, kaldı ki bu fikir ne kadar iyi, o da tartışılır.
Bu son derece huzursuzluk veren konuya böyle güzel bir link ve müzik ile başladım.
Dün Orhan Pamuk un bir cümlesine çok takıldım.
Pamuk, 'Istanbul', S 160
'Istanbul Ansiklopedisi ni – ya da dört hüzünlü yazarın eserlerini- yarım braktıran, başarısızlığa uğratan şey, bu yazarların sonuna kadar Batılı olamamalarıdır.'
Pamuk burda bence saçmalıyor.
Bu cümle bana çok oryantal geldi. 'Sonuna kadar' aslında doğunun, özellikle de Osmanlı Türklerinin duygusal şemasından kaynaklanan bir şablon. 'Madem yenildik, kendi kendimizi yok edelim.'
Siz aptal mısınız?
Doğu insanı kendi içinde hep bir öğretmen aradığı için, öğretmenler değiştiğinde çocuğun iradesinde oluşabilecek bir güvensizliğin önüne geçebilmek için en başından çocuğu ve aynı zamanda kendi ruhunu 'eti senin, kemiği benim' hesabı Batılı öğretmenlere teslim etmeyi uygun bulmuştur. Ne kadar aptalca. Tam Türk usülü, yani düşüncesizce radikal, ama aynı derecede saf ve masum.
Orhan Pamuk a sormayı çok isterdim. Nedir bu 'sonuna kadar' Batılı olmak?
Orhan Pamuk da çok saf. Aynen kendisinin geriye dönüp 'Biraz Batı, biraz Doğu' yapanları eleştirmesi gibi o da saf bir Batı özentisi içerisindeki Doğulu olarak tarihe geçecek korkarım.
' Batılı olmak' bir stil birliği açısından başından sonuna kadar belirli prensiplere sadık kalmak ise, ki böyle Bir şey yok, bu Orhan Pamuk un Batı dan ne kadar çok şey beklediğini, kendi toplumundan sıkılmış bütün yazarlar gibi Batı ile ilgili olarak ne kadar gerçek dışı hayaller içerisinde yaşadığını gösteriyor. Aklıma Van Gogh un Japon sevgisi geliyor. Buna benzer başka örnekler de var... (Ama tabii Van Gogh Japonya da da tahminen çok mutlu olmayacaktı.)
Yazar yazar olarak içinde yaşadığı toplumla kavgası olan kişidir. Toplumu değiştirseniz de onun kavgası bitmez. Çünkü olay aynen Hegel in dediği gibi bir toplum-birey çatışmasıdır. Yani toplum değiştirilse de, çatışma, şekil ve içerik değiştirse de, sürecektir.
Bu yüzden hatta biraz, yazarlar ve sanatçılar toplumlar arasındaki kültürel savaşlarda kullanılabilecek saf ve egosantrik çocuklar gibidir. Salman Rüşdü İngiltere onu politik malzeme olarak kullanmaya karar verene kadar gerçekten ünlü bir yazar değildi. (Onun kötü bir yazar olduğunu olduğunu söylemek istemiyorum. 'Ün' ve 'iyi' de ayrı şeyler.) Yazarlar ve sanatçılar ciddiye alınmak isteyen çocuklar gibi olduklarından, ilgi, sevgi, odak noktası olma isteği gözlerini biraz karartmış olduğundan ve de kendilerini biraz fazla ciddiye alma huyları olmasından dolayı kendi benliklerini toplumunun birer parçası gibi değil de, sanki o toplumdan farklı ve üstün birşeymiş gibi yaşamayı severler.
Politikacılar da bizde bunu başka türlü yapar. Onlar da kendilerini içinde oldukları toplumun birer parçası olarak görmez, ondan üstün görür. Hele sözkonusu toplum bol hiyerarşili bir doğu toplumu ise... Zaten halk da kendisiyle eşit biri onu yönetsin istemez...
'O zaman bütün köleler kral olurdu, Abla.' diye düşünür. Birisi sivrilsin, ötekilere de para dağıtsın, tamam oldu bitti işte, 'Daha fazlası ile kafa yormaya gerek var mı, Abla?' der benim kafamdaki 'halk' düğmesi...
2007-01-31
Nihansın Dideden
2006-11-21
Hanuman



Hanuman Hint mitolojisinde bir Tanrı anladığım kadarı ile.Ama burda, yani bu blogun baglamında bir dj sanıyorum, yukarda bir link var.
http://en.wikipedia.org/wiki/Hanuman linki de mitoloji ile ilgilenenler için
Etherbeat radyo dan bir podcast ('Smoke and mirrors mix') sayesinde bütün bunlardan haberim oldu.. Çok süper bir pod! Merak edip baktım neymiş diye, Hanuman.
James Bond un böyle çalındığını herhalde hiç duymadınız. Goran Bregoviç i hatırlatıyor.
Podda hatta 'Üsküdar a giderken' bile var, zor tanınır bir halde de olsa...Benim çok hoşuma gitti. Tavsiye!
yukarıda da bir link var farketmeyenler için!!!!!
2006-11-12
La Llorona Albümü Lhasa nın

Bu albüm 1998 yılından, hatta 1997... Ama benim hayatıma yeni giriyor... Bence çok hoş...
Yukardaki linkte albümün şarkı sözleri var, hem İspanyolca, hem Fransızca.
Ayrıca İspanyolca için bu linki tavsiye ediyorum.
http://www.ispanyol.com/
25 Şubat 08
İşte blogum harika bir şekilde suni hafıza olarak işlevini bir kere daha yerine getirdi bugün. Hani bir parçanın melodisini bilirsiniz de, ama kimin söylediğini hatırlayamazsınız... Hemen bloguma başvurdum.Çünkü bir şekilde unutacağım şeyleri hissediyorum sanki.
'Los peces en el rio' başlığını bilgisayarda bir yerde gördüm ve şarkı hemen aklıma geldi ama şarkıcının ismi aklıma gelmedi, ama bloga koyduğumu biliyordum. Çok tanınmış biri değil, güncel de değil, ama benim pek hoşuma gitmişti... 'Los Peces en el Rio' Latin Amerika da çok bilinen halk türküsü gibi birşey... Zaten müziğin neşeli bir ninni gibi oluşu, ayrıca sözlerin saflığı, duruluğu, berraklığı yerli kültür ile hiristiyanlığın birleşimi mitolojik, folklorik bir tat veriyor. Çeşitli variyasyonları olan bir parça. Ama ben Lhasa nınki sini hoş buldum. 'Kitchig' olan varyasyonları da vardır tabii. Aşağıda İspanyolca sözleri veriyorum.
Los Peces en el Rio
La virgen se está peinando
Entre cortina y cortina
Los cabellos son de oro
Y los peines de plata fina
Pero mira como beben
Los peces en el río
Pero mira como beben
Por ver al dios nacido
Bebe y beben y vuelven a beber
Los peces en el agua por ver al dios nacer
Bebe y beben y vuelven a beber
Los peces en el agua por ver al dios nacer
La virgen va caminando
Y va caminando solita
Y no lleva pa compañía
Que el niño de su manita
Pero mira como beben
Los peces en el río
Pero mira como beben
Por ver al dios nacido
Bebe y beben y vuelven a beber
Los peces en el agua por ver al dios nacer
Bebe y beben y vuelven a beber
Los peces en el agua por ver al dios nacer
La virgen lleva una rosa
En su divina pechera
Que se la dio San José
Antes que el niño naciera
Pero mira como beben
Los peces en el río
Pero mira como beben
Por ver al dios nacido
Bebe y beben y vuelven a beber
Los peces en el agua por ver al dios nacer
Bebe y beben y vuelven a beber
Los peces en el agua por ver al dios nacer
La virgen lava pañales
Y los tiende del romero
Los pajarillos cantando
Y el romero floreciendo
Pero mira como beben
Los peces en el río
Pero mira como beben
Por ver al dios nacido
Bebe y beben y vuelven a beber
Los peces en el agua por ver al dios nacer
Bebe y beben y vuelven a beber
Los peces en el agua por ver al dios nacer
2006-11-04
Patara Antalya Fazıl Say
Güzel şeylerden bahsetmek kızgınlıkla yazmaktan daha zor olduğu için buraya yazacaklarımı bir türlü yazamadım. Şubat 2005 te Viyana da Tanzquartier de Fazıl Say Viyana Şehri nin isteği üzerine Mozart yılı dolayısıyla hazırladığı bir kompozisyonu sundu. Aynı kompozisyonu Antalya da da seslendirdi. 'Patara Quartett' bu kompozisyonun ismi. Gerçekten çok güzel.
Viyana ya Mozart yılı yakışıyor bence. Freud yılı yakışmadı ve gereğince kutlanamadı bu yüzden ama Mozart yılı Viyana ya yakışıyor. Freud ile ilgili zaten kutlama nevi birşey doğru olmazdı. Araştırmaları daha çok geliştirmek lazım bence.
Mozart halka daha yakın br ünlü Avusturya da. O bir dahi olmasına rağmen, aynı zamanda nerdeyse klasik müziğin ilk pop starlarından, her zaman söylendiği gibi.
Istanbul a geldiğimde de hemen burdaki Mozart yılı ile ilgili afişleri görünce şaşırdım. Istanbul a da Mozart yılı yakışmıyor bence. Evet, yakışmıyor. Bana istediğinizi söyleyebilirsiniz ama bence öyle. Borusan, bizim okulun vakfı ve Mozart midemde çok kötü bir tat bırakan bir likör gibi... Viyana da demoratik olarak kutlanan birşey, burda oligarşinin bir enstrümanı olunca midem kalkıyor, elimde değil. Bunun Mozart ile, müzik ile de ilgisi yok.
2006-09-04
La Habanera
La Habanera bir müzik aleti. Ilk olarak Küba da kullanildigi saniliyor. Verdigim link maalesef cikmiyor, bende ana linki veriyorum. Ana link ".cu" ile bitiyor, bu Küba yi gösteriyor... Bu benim hosuma gitti. Bazi yerlerde sanki hic dolasmiyorum internette. Halbuki her yerde, hic gitmedigim yerlerde de dolasmak istiyorum...
Ispanyolca internete hakim bir dil. Benim karsilastigim sayfalarin cogu Ingilizce den sonra Ispanyolca.
Peki niye bu sayfada bu alet? Ilk defa duyuyorum ismini ve duyduktan sonra unutacagima eminim, halbuki onu da hayatima girmisken birakmak istemiyorum...
Peki bu söz nasil hayatima girdi? Gotan Project in en son albümünden bir sarki ile...
Notas
Africanos en las pampas argentinas
toques y llamadas de tambores
candombe, tango
Un gaucho y una guitarra
la payada milonguera y el fantasma de la indiada
china, cebame un mate
tango
Marineros, inmigrantes,
bandoneón, violín y flauta
habanera, canzonetas de los tanos
piano piano nació el tango
Nació el baile compadrito y orillero
guapo, futurista y nostalgioso
mestizaje de europeos, negros, indios
en el Río de la Plata
hace mucho, no se sabe justo cuándo
un buen día nació el Tango
Eduardo Makaroff
Ispanyolca internete hakim bir dil. Benim karsilastigim sayfalarin cogu Ingilizce den sonra Ispanyolca.
Peki niye bu sayfada bu alet? Ilk defa duyuyorum ismini ve duyduktan sonra unutacagima eminim, halbuki onu da hayatima girmisken birakmak istemiyorum...
Peki bu söz nasil hayatima girdi? Gotan Project in en son albümünden bir sarki ile...
Notas
Africanos en las pampas argentinas
toques y llamadas de tambores
candombe, tango
Un gaucho y una guitarra
la payada milonguera y el fantasma de la indiada
china, cebame un mate
tango
Marineros, inmigrantes,
bandoneón, violín y flauta
habanera, canzonetas de los tanos
piano piano nació el tango
Nació el baile compadrito y orillero
guapo, futurista y nostalgioso
mestizaje de europeos, negros, indios
en el Río de la Plata
hace mucho, no se sabe justo cuándo
un buen día nació el Tango
Eduardo Makaroff
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)