Ayın 11.yeniay halinde Zilkade 1 olması lazım sanırım...Yeniay 18 Ekim idi.
Ayların arapça isimlerinden çok zaman önemli.
Zamanın tarihini okumak gerçekten çok ilginç ve keyifli bir iş... Herşey bir şekilde akkad ve sümerlilere varıyor...
AY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2009-10-19
2009-10-01
1 Ekim 2009
Her ayın biri ayrı bir enerji getiriyor. Bugün Ekim in 1 i. Nedense Ekim i daha çok severim, Eylül den, niye bilmiyorum. Şevval 12 imiş Ay Takvimi ne göre. 10. ayın 12 si.
2009-07-22
2007-10-14
Şevval 3
Endonezya 17 Agustos 1945


Şimdi Endonezya nerden çıktı diye sorulabilir. Bugün sanal olarak Endonezya ya gittiğim için. Tevfik Fikret maddesi hakkında türkçeden başka 4 dilde yazı vardı Vikipedi de; bunlardan bir tanesi Endonezya Vikipedi de idi. Sayfanın başındaki yazı da ilgimi çekti. Orda da Bayram. Yine bu Arapça anlamadığım kelime geçiyordu içinde...
Wikipedia bahasa Indonesia mengucapkan:
Selamat Hari Raya Idul Fitri 1 Syawal 1428 (13 Oktober 2007)
Raya Idul Fitri bir şekilde her yerde gördüğüm ve seneler evvel Mısırlı bir öğrencimden öğrendiğim gibi 'Eid ül Fitr' denen şey olmalı. Artı bu sene ilk defa aslında islami takvime göre 1428 yılında olduğumuzu biliyorum. 15.yüzyılın başı aslında... 'Syawal' herhalde Şevval demek olmalı... Hala şu ay takviminin aylarını öğrenemedim.
Şevval Ramazan dan sonra gelen ay imiş. Ay yılına göre 10.ay. Şevval in 1.günü Bayramın 1.günü oluyor.
Bugün (14 Ekim 2007) Şevval in 3.günü oluyor.
2007-10-01
Galileo Galilei 1564 1642
Eylül ün kitapları arasında Yapı Kredi Yayınları ndan çıkmış ince bir kitap vardı.
'Galilei, Yıldızların Habercisi', Jean Pierre Maury
Galilei Galileo nun hayatı tam ibret alınacak şeyler sunuyor. Din, politika ve bilimin özerk alanlar olması gerekliliğinin bir kere daha altını çiziyor. Ama oluyor mu, o tabii başka bir soru...
İslam maalesef hala taş çağından çıkamadı. İnsanların cahilliklerinin bunda payı büyük. Türkiye de yaşanan birçok güncel olay da insanların ne kadar cahil olduğunu gösteriyor. Yani cahil insanın dini veya dinsizliği anlama kapasitesi kendine göre olacaktır... Ama tabii en önemli faktör libido bence... Ben evrime inanıyorum, darwinist veya tamamen pozitivist bir şekilde olmasa da, evrim var... Filogenetik ve ontogenetik diye tabirler vardır Freud un kullandığı bireyin ve toplumların kaydettikleri psikolojik aşamaları belirtmek için. Freud un bakış açısından bakıldığında insan kendi haline bırakıldığında düşünceleri ya şiddet, ya da cinsellik üzerine yoğunlaşacaktır denebilir... (Tabii Freud doğrudan böyle birşey söylemedi ama eserinden böyle basit bir çıkarım yapılabilir bir Gedankenexperiment olarak...) Yine bu çıkarımdan yola çıkarak bir toplum ne kadar cahilse cinsellik ve şiddet olmaması gerektiği kadar ön planda olacaktır denebilir. İşte islami birçok toplum da bu görüntüyü maalesef arz ediyor.
Ne zaman ki insanın bilinci bu ikisinden arınır (ki tabii ki tam arınma söz konusu olamaz ama dereceleri var...), ancak o zaman bilim ile uğraşılabilir. Ama yine de niceliğin nitelik yarattığını ve bu dediğim şeylerin göreceli kavramlar olduğunu unutmamak gerekir...
Kilise nin yanıldığı noktalardan bir tanesi kutsal metinlerde, birbirleriyle ilgisi olmayan şeyleri biraraya getirmekti.Ve tabii bütün yoz din adamları gibi kendilerini düşünüyorlardı, ne dini, ne de bilimi. (Burdaki din üzerinden yiyiciler gibi...) Farklılaşma yeterince ilerlememişti. İnsan üzerinde hakimiyet ile bilginin örtüşmesi gerekiyordu...('Bilgi güçtür.' Francis Bacon in ünlü sözü bence bu yozlaşmanın izlerini taşır. Küçük adam hep bilgi ile birşey yapmak ister...) Bu yüzden Galilei nin başına çorap örülmeye çalışıldı. Halbuki bilgi kendisi için yapılan birşey olmalıydı.
Laik olmayan toplumlarda Galilei nin başına gelenlerin yaşanması tuhaf karşılanamaz... O zaman ki Avrupa yeterince laik değildi... Ayrıca Vatikan gibi bir teokratik politik birime ev sahipliği yapan İtalya nın tam anlamı ile laik olması beklenemezdi.
Vatikan dünyanın güneş etrafında döndüğünü 1822 yılında kabul ediyor. Yani 19.yy ın başında...
Ama bilgi, iktidar ve inanç üçlüsünün arasındaki problemler her zaman, her yerde değişik şekillerde gözlenebilir... Tabii ki bir toplumun sosyal strukturları ne kadar basitse (ki Türkiye öyle) bu üçünün bir araya gelme ihtimali veya bunları bir elde toplama isteği yükselir. Bu cehaletle ilgili birşey.
'Galilei, Yıldızların Habercisi', Jean Pierre Maury
Galilei Galileo nun hayatı tam ibret alınacak şeyler sunuyor. Din, politika ve bilimin özerk alanlar olması gerekliliğinin bir kere daha altını çiziyor. Ama oluyor mu, o tabii başka bir soru...
İslam maalesef hala taş çağından çıkamadı. İnsanların cahilliklerinin bunda payı büyük. Türkiye de yaşanan birçok güncel olay da insanların ne kadar cahil olduğunu gösteriyor. Yani cahil insanın dini veya dinsizliği anlama kapasitesi kendine göre olacaktır... Ama tabii en önemli faktör libido bence... Ben evrime inanıyorum, darwinist veya tamamen pozitivist bir şekilde olmasa da, evrim var... Filogenetik ve ontogenetik diye tabirler vardır Freud un kullandığı bireyin ve toplumların kaydettikleri psikolojik aşamaları belirtmek için. Freud un bakış açısından bakıldığında insan kendi haline bırakıldığında düşünceleri ya şiddet, ya da cinsellik üzerine yoğunlaşacaktır denebilir... (Tabii Freud doğrudan böyle birşey söylemedi ama eserinden böyle basit bir çıkarım yapılabilir bir Gedankenexperiment olarak...) Yine bu çıkarımdan yola çıkarak bir toplum ne kadar cahilse cinsellik ve şiddet olmaması gerektiği kadar ön planda olacaktır denebilir. İşte islami birçok toplum da bu görüntüyü maalesef arz ediyor.
Ne zaman ki insanın bilinci bu ikisinden arınır (ki tabii ki tam arınma söz konusu olamaz ama dereceleri var...), ancak o zaman bilim ile uğraşılabilir. Ama yine de niceliğin nitelik yarattığını ve bu dediğim şeylerin göreceli kavramlar olduğunu unutmamak gerekir...
Kilise nin yanıldığı noktalardan bir tanesi kutsal metinlerde, birbirleriyle ilgisi olmayan şeyleri biraraya getirmekti.Ve tabii bütün yoz din adamları gibi kendilerini düşünüyorlardı, ne dini, ne de bilimi. (Burdaki din üzerinden yiyiciler gibi...) Farklılaşma yeterince ilerlememişti. İnsan üzerinde hakimiyet ile bilginin örtüşmesi gerekiyordu...('Bilgi güçtür.' Francis Bacon in ünlü sözü bence bu yozlaşmanın izlerini taşır. Küçük adam hep bilgi ile birşey yapmak ister...) Bu yüzden Galilei nin başına çorap örülmeye çalışıldı. Halbuki bilgi kendisi için yapılan birşey olmalıydı.
Laik olmayan toplumlarda Galilei nin başına gelenlerin yaşanması tuhaf karşılanamaz... O zaman ki Avrupa yeterince laik değildi... Ayrıca Vatikan gibi bir teokratik politik birime ev sahipliği yapan İtalya nın tam anlamı ile laik olması beklenemezdi.
Vatikan dünyanın güneş etrafında döndüğünü 1822 yılında kabul ediyor. Yani 19.yy ın başında...
Ama bilgi, iktidar ve inanç üçlüsünün arasındaki problemler her zaman, her yerde değişik şekillerde gözlenebilir... Tabii ki bir toplumun sosyal strukturları ne kadar basitse (ki Türkiye öyle) bu üçünün bir araya gelme ihtimali veya bunları bir elde toplama isteği yükselir. Bu cehaletle ilgili birşey.
2007-09-01
Karışık
Bugün 1 Eylül 2007 Cumartesi idi. Güneş yine ayı geçti. Ay takvimine göre hala Şaban, yani 8. aydayız. Güneşe göre şimdi 9.aydayız.
***
Bu aşağıdaki yazıyı yazıldığı gün değil daha sonra okudum ve pek beğendim. İnsan Türkiye ye geldi mi, otomatikman ufku daralıyor. Sanki dünyada bir tek Türkiye varmış gibi bir bakış açısı geliyor insanın üstüne...
Boş şeylerle bilerek vakit geçiriyor, geçirtiyor medya... Neyse yine boş konuşmayalım, aşağıdaki yazıyı veriyorum...
Ece Temelkuran, 29 Agustos 2007
Hepimiz meczubuz!
Bugün gazetelerde cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili pek tabiidir ki manşetler, haberler ve buna bağlı olarak köşe yazıları okuyacaksınız. Bu yazı bu meseleyle başka bir tarafından ilgili olacağı gibi cumhurbaşkanı seçimi henüz başlamadığı saatlerde yazılmıştır. Son derece bilinçli olarak... Çünkü...
Bu toprakta doğmuş insanlar olarak bizler için geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki tek bağlantı telaşla atılmış dev bir adım gibi geliyor bana bazen.
An'ın uçurumu
Özellikle son aylarda gözlüyor ve düşünüyorum bunu. Şöyle:
Sanki geçmiş ayağımızın altından derin bir uçuruma kaymakta olan toprak ve biz onunla birlikte kayıp uçurumda kaybolmamak için bir sonraki güne atlıyoruz telaşla. Bunu hiç durmadan ve dinlenmeden yapmak zorundayız üstelik. Çünkü üzerine güç bela tek ayağımızla atlayıp bastığımız bugün de bir gün içinde dün oluyor ve o da uçuruma kayıp gidiyor.
Biz dün ne yaptığımıza bakacak durumda değiliz çünkü durursak kayan dün ile birlikte uçuruma düşeceğiz, biliyoruz, öyle zannediyoruz. Olaylar, hayat böyle ilerliyor bu ülkede. Var olduğuna inandığımız bir yarın var sadece. Ve o da her dem bulanık olduğuna göre... Biz, zamanın içinde yok olmamak telaşıyla uçuşup dağılan bir ülkeyiz.
Onlar oldu mu kuzum?
Bugün sizin için dün oluyor- bu yazı yazılırken cumhurbaşkanı seçiliyor. Uçuruma kayıp giden dünde ne oldu peki?
Dev mitingler... Türkiye, toplumsal ve siyasi kamplaşma histerisinin aile ilişkilerini, dostluk muhabbetlerini bile paraladığı günler yaşandı.
Fakat o gün kayıp gitti, ayağımız sonraki güne değdiğinde artık "e-muhtıra" vardı ve birden bütün dengeler değişti. Biz o günden ayağımızı kaldırmadan yine bir toprak kaymasıyla şehit cenazelerinin yapıldığı günlere atladık.
Ardından başka bir gün, başka bir gün derken altımızdan durmadan kayan toprakla birlikte seçim günlerine geldik. Daha dün değil miydi Kuzey Irak'a girmemize on beş dakika kalmış gibiydi? O güne ne oldu? Sonra ne oldu da her şey hiç olmamış gibi ortadan kayboldu?
Bunlara asla cevap verecek vaktimiz olmadan, düşmemek için başka bir güne atlandı ve seçimler yapıldı. Koştuk koştuk ve yine bütün "kaygan günlerin" sebebi olan cumhurbaşkanlığı seçimi tekrarlanıyor, aynı seçenekle, aynı seçeneksizlikle...
Kayıp giden
Biz nefes nefese koşmaya devam ediyoruz, edeceğiz. Çünkü durursa düşecek olan bir ülkede yaşıyoruz. Durursa kayacak, kayan zamanla birlikte bir an'ın içindeki uçuruma yuvarlanacak bir ülkede yaşıyoruz.
50 yaşının üzerindeki kaçımız doğduğu eve dönebilir şimdi? Kaçımızın doğduğu ev, hatta doğduğu sokak duruyor? Anneannelerimizin bastığı hiçbir taşa değemez ayaklarımız. Sadece siyaseten değil yani kişisel olarak da "yokuz" aslında. Varlığımızı kanıtlayacak şeylerimiz o kadar az ki.
Böyle düşünürsek bütün bu yaşadığımız, içinde yuvarlandığımız, düşünsel ve duygusal olarak içinde debelendiğimiz olaylar yok aslında. Bu olayları doğuran süreç kayıp uçurumda yok olduğuna ve şu an da yarına kalmaz yok olacağına göre...
Mübalağa cenk olunurken
Şu anda İngiltere'deki bir meslektaşım belki Latin Amerika'daki olayların dünyayı nasıl etkileyeceği üzerine çalışıyor. Fransa'da başka biri, Çin'in, dünyanın geleceğine neler edeceğine bakıyor. New York'ta bir kadın belki bilmem neredeki balinaların yavrularını kurtarmak için bir vakıf kuruyor. Ve daha neler neler...
Ben ne yapıyorum peki? Biz ne yapıyoruz? Televizyonumuzun başında oturmuşuz bugün başımıza nelere geleceğine bakıyoruz. Her gün bunu yapıyoruz. Hülasa, mübalağa cenk olunuyor biz seyrine dalıyor, her gün bu muamma memleketin başka türlü meczubu oluyoruz.
***
Bu aşağıdaki yazıyı yazıldığı gün değil daha sonra okudum ve pek beğendim. İnsan Türkiye ye geldi mi, otomatikman ufku daralıyor. Sanki dünyada bir tek Türkiye varmış gibi bir bakış açısı geliyor insanın üstüne...
Boş şeylerle bilerek vakit geçiriyor, geçirtiyor medya... Neyse yine boş konuşmayalım, aşağıdaki yazıyı veriyorum...
Ece Temelkuran, 29 Agustos 2007
Hepimiz meczubuz!
Bugün gazetelerde cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili pek tabiidir ki manşetler, haberler ve buna bağlı olarak köşe yazıları okuyacaksınız. Bu yazı bu meseleyle başka bir tarafından ilgili olacağı gibi cumhurbaşkanı seçimi henüz başlamadığı saatlerde yazılmıştır. Son derece bilinçli olarak... Çünkü...
Bu toprakta doğmuş insanlar olarak bizler için geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki tek bağlantı telaşla atılmış dev bir adım gibi geliyor bana bazen.
An'ın uçurumu
Özellikle son aylarda gözlüyor ve düşünüyorum bunu. Şöyle:
Sanki geçmiş ayağımızın altından derin bir uçuruma kaymakta olan toprak ve biz onunla birlikte kayıp uçurumda kaybolmamak için bir sonraki güne atlıyoruz telaşla. Bunu hiç durmadan ve dinlenmeden yapmak zorundayız üstelik. Çünkü üzerine güç bela tek ayağımızla atlayıp bastığımız bugün de bir gün içinde dün oluyor ve o da uçuruma kayıp gidiyor.
Biz dün ne yaptığımıza bakacak durumda değiliz çünkü durursak kayan dün ile birlikte uçuruma düşeceğiz, biliyoruz, öyle zannediyoruz. Olaylar, hayat böyle ilerliyor bu ülkede. Var olduğuna inandığımız bir yarın var sadece. Ve o da her dem bulanık olduğuna göre... Biz, zamanın içinde yok olmamak telaşıyla uçuşup dağılan bir ülkeyiz.
Onlar oldu mu kuzum?
Bugün sizin için dün oluyor- bu yazı yazılırken cumhurbaşkanı seçiliyor. Uçuruma kayıp giden dünde ne oldu peki?
Dev mitingler... Türkiye, toplumsal ve siyasi kamplaşma histerisinin aile ilişkilerini, dostluk muhabbetlerini bile paraladığı günler yaşandı.
Fakat o gün kayıp gitti, ayağımız sonraki güne değdiğinde artık "e-muhtıra" vardı ve birden bütün dengeler değişti. Biz o günden ayağımızı kaldırmadan yine bir toprak kaymasıyla şehit cenazelerinin yapıldığı günlere atladık.
Ardından başka bir gün, başka bir gün derken altımızdan durmadan kayan toprakla birlikte seçim günlerine geldik. Daha dün değil miydi Kuzey Irak'a girmemize on beş dakika kalmış gibiydi? O güne ne oldu? Sonra ne oldu da her şey hiç olmamış gibi ortadan kayboldu?
Bunlara asla cevap verecek vaktimiz olmadan, düşmemek için başka bir güne atlandı ve seçimler yapıldı. Koştuk koştuk ve yine bütün "kaygan günlerin" sebebi olan cumhurbaşkanlığı seçimi tekrarlanıyor, aynı seçenekle, aynı seçeneksizlikle...
Kayıp giden
Biz nefes nefese koşmaya devam ediyoruz, edeceğiz. Çünkü durursa düşecek olan bir ülkede yaşıyoruz. Durursa kayacak, kayan zamanla birlikte bir an'ın içindeki uçuruma yuvarlanacak bir ülkede yaşıyoruz.
50 yaşının üzerindeki kaçımız doğduğu eve dönebilir şimdi? Kaçımızın doğduğu ev, hatta doğduğu sokak duruyor? Anneannelerimizin bastığı hiçbir taşa değemez ayaklarımız. Sadece siyaseten değil yani kişisel olarak da "yokuz" aslında. Varlığımızı kanıtlayacak şeylerimiz o kadar az ki.
Böyle düşünürsek bütün bu yaşadığımız, içinde yuvarlandığımız, düşünsel ve duygusal olarak içinde debelendiğimiz olaylar yok aslında. Bu olayları doğuran süreç kayıp uçurumda yok olduğuna ve şu an da yarına kalmaz yok olacağına göre...
Mübalağa cenk olunurken
Şu anda İngiltere'deki bir meslektaşım belki Latin Amerika'daki olayların dünyayı nasıl etkileyeceği üzerine çalışıyor. Fransa'da başka biri, Çin'in, dünyanın geleceğine neler edeceğine bakıyor. New York'ta bir kadın belki bilmem neredeki balinaların yavrularını kurtarmak için bir vakıf kuruyor. Ve daha neler neler...
Ben ne yapıyorum peki? Biz ne yapıyoruz? Televizyonumuzun başında oturmuşuz bugün başımıza nelere geleceğine bakıyoruz. Her gün bunu yapıyoruz. Hülasa, mübalağa cenk olunuyor biz seyrine dalıyor, her gün bu muamma memleketin başka türlü meczubu oluyoruz.
2007-08-30
Zaman hakkında notlar
Takvim olayını elden bırakmamak lazım. İnsan yine herşeyi unutuyor ve bildiklerini de unutuyor.
Şaban ayı ay takviminin 8. ayı. İçinde bulunduğumuz Ağustos ta güneşin 8. ayı aynı zamanda, ilginç bir şekilde.
14 ünü 15 ine bağlayan gece hicretten 300 yıl sonra önem kazanmış. İkinci Selim zamanında camilerde kandillerin yakılması ile bu ismi almış. Vikipedi nin yalancısıyım, eğer bu bilgiler doğru değilse.
Mesela 01.08.1428 hicri olarak 15.08.2007 miladi olarak. Bu bana hala çok ilginç geliyor... Çünkü tamamen aklımdan çıkmış birşeydi, aslında hiç ilgilenmediğim birşeydi.
27 Agustos 2007 Pazartesi kandil idi. Yine beklenmeden geldi benim için. Yani farkında değildim. Pazar günü 'Dilek' te ( bu arada gerçekten İstiklal de iyi bir yer arayanlara tavsiye edilir, Dilek) gördüğüm kandil simitlerini bile bu yönde yormadım. Geçen kandilden kaldıklarını düşündüm...
Şaban ayı ay takviminin 8. ayı. İçinde bulunduğumuz Ağustos ta güneşin 8. ayı aynı zamanda, ilginç bir şekilde.
14 ünü 15 ine bağlayan gece hicretten 300 yıl sonra önem kazanmış. İkinci Selim zamanında camilerde kandillerin yakılması ile bu ismi almış. Vikipedi nin yalancısıyım, eğer bu bilgiler doğru değilse.
Mesela 01.08.1428 hicri olarak 15.08.2007 miladi olarak. Bu bana hala çok ilginç geliyor... Çünkü tamamen aklımdan çıkmış birşeydi, aslında hiç ilgilenmediğim birşeydi.
27 Agustos 2007 Pazartesi kandil idi. Yine beklenmeden geldi benim için. Yani farkında değildim. Pazar günü 'Dilek' te ( bu arada gerçekten İstiklal de iyi bir yer arayanlara tavsiye edilir, Dilek) gördüğüm kandil simitlerini bile bu yönde yormadım. Geçen kandilden kaldıklarını düşündüm...
2007-07-19
Günden kalanlar ve serzeniş
17 Temmuz 07
17 Temmuz güzel bir gündü. Ay hilal idi yanlış hatırlamıyorsam.
Sadece alttaki yazıyı bilgisayardan okuyacak kadar vaktim oldu ama hemen onu da buraya aktarmak istedim. İnsanın kendi hayatı dışında başka birşey ile ilgilenmediği günler bana korku veriyor. Pek normal birşey değil ama zaten bu blog 'normal'ler için değil. :-)
'Açıkçası Türkiye de yazı yazmanın, düşünmenin bir anlamı var mı?' diye sormaktan kendimi alamıyorum...
'Gerçek bir demokrasi için neler gerekiyor?' sorusunu kendime Türkiye de tekrarlamak ve listeyi hep uzatmak zorunda kaldım... Belirli bir eğitim düzenini veren bir devlet ve belirli bir eğitim düzenine sahip birey... Ama bu ikisi tavuk ve yumurta gibi olduğundan kısır döngüde yaşamaya devam ediyoruz...
Daha eğtimli bir halk olsa bu hükümet mesela başta olamazdı. Daha eğitimli bir halkın olabilmesi için, daha eğitimli bir devletin ve hükümetin olması gerekiyor... Yani tam bir kısır döngü... Türkiye ye ilk geldiğim zamanlar özel eğitime karşı değildim ama giderek daha karşı oluyorum...
Durum o kadar berbat ve bunu o kadar çok kabul etmek istemeyen var ki, insan en sonunda 'Batın da, görün nasılmış!' demek istiyor...
Demokrasi kuramı akademik ortamda da tartışmalı bir konu ama akademik ortam, hele de Avrupa daki akademik ortam ile burası pek karşılaştırılamaz. Ayrıca Türkiye nin sorunları kuramsal olmaktan çok daha basit şeyler üzerine kurulmuş problemler... Yani akademik tartışma zaten lüks ve fazla karmaşık bu ülke için...
İnsanlar Türkiye de dürüstlük ve gerçekler üzerine kurulu bir düzen ve politika istemiyorlar... En son vardığım sonuç bu. Bu kadar çok büyük kitlelerin bilerek ve isteyerek cahil bırakıldığı bir ülkede demokrasi olamaz. Hiç yeltenmeyin bence çünkü bu gerçeklerden uzak yeltenmeler ülkeyi daha da büyük çıkmazlara sokuyor...
İddiaların aksine birçok ülkede asker Türkiye dekinden daha önemlidir ama asla ön plana çıkmaz... Basın üzerinden başka kurumlarla haberleşmez, ülkenin çıkarını gözetmesi gereken konularda. Çünkü genel geçer tartışılamaz şeyler batı ülkelerinde burdan çok daha büyük bir ciddiyetle ele alınıyor... Orda savaş bilinç düzeyinde başlıyor mesela. Bilerek yabancı basın Türkiye konusunda bilinçlere hükmetme savaşı veriyor. Ama askeri güç Huntington un da yazdığı gibi maalesef Batı da daha önemli kabul ediliyor. Yani birçok 'demokrasi palavraları' havaya sıkan 'akademisyen' ve gazeteciler tamamen bozulmuş bir düzenin destekçisi olmuş durumdalar ve iddia ediyorum, dünyadan haberleri yok. Kitap okumakla öğrenilemez bazı şeyler.
***
Uluslararası gazeteci yok Türkiye de bence... Çünkü Türkiye bence dünyanın dışında sadece A.B. ve A.B.D. uydusu olmaya çalışarak, oldukça cahil kitlelerle yaşıyor... Burjuva A.B. ve A.B.D. ye nötr bakamıyor... Gerçekçi, kompleksiz bakamıyor.
***
Unakıtan gibi bayağı ve saçma sapan konuşan, 'yemek' için geldiği besbelli olan, çapsız bir insan başka nerde bakan olabilir ki? AKP nin elemanlarının konuştuklarının çoğunun en ufak bir derinliği yok ama kimse de onlara 'dur' demediği için, 'yola devam' diyorlar... Ne desinler ?
Ama Türkiye deki daha evvelki politikacılar daha mı iyi idi ?
Türk insanı daha iyisini hak ediyor ama yeterince istemiyor nedense...
Sami KOHEN Yorum
Seçimde üslup ve içerik
Mitinglerde kısılan seslerle atılan seçim nutuklarının taraftarlardan hararetli alkışlar toplaması, coşku yaratması doğal.
Meydanları dolduranlar için, parti liderlerinin veya adaylarının söylediklerinin içeriğinden çok, üslubu -yani ne kadar heyecan yarattığı- önemli...
Liderler için önemli olan, bayraklar ve pankartlar taşıyan, slogan atan taraftarını, çarpıcı sözlerle galeyana getirmek, zaferin eşiğinde bulundukları görüntüsünü vermektir..
Ülke çapında meydanlarda düzenlenen bu tür toplantılarda söylenenlerin bir özelliği de genelde içi boş laflar ya da kişisel hakaretler ve küfürler içermesidir.
Türk seçmeni maalesef yıllardır süregelen bu tür "miting geleneğini" şu son seçim kampanyasında bir kez daha yaşadı ve -son haftasında da- hâlâ yaşamaya devam ediyor.
Ama doğrusu, belirli bir demokratik deneyime sahip olan 2007 Türkiye'sinde seçim kampanyası ve konuşmaları böyle olmamalıydı... Liderler arasındaki söz düellosu bu kadar düşük seviyelere düşmemeliydi... Bol alkış da toplasa, konuşmalar seçmeni saf (veya enayi) yerine koyup bu kadar boş vaatlerle dolu olmamalıydı.
Kavga hoşa gitmiyor
Halk psikolojisi meydanlarda atılan nutuklara ve karşılıklı ağız dalaşını belki "kaldırır", ama toplum genelinde bu, açıkçası bıktırıyor ve rahatsız ediyor.
Keşke parti yöneticileri toplumdaki bu tepkiyi doğru değerlendirseler... O zaman bu üslubun kendilerine veya partilerine fazla bir şey kazandırmayacağını, meydanlardaki taraftarların basmakalıp sloganlarının ve alkışlarının dışında, halkın geniş kesimlerinin kendilerinden başka şeyler beklediklerini anlayacaklardır.
Seçim kampanyası sırasında nabız yoklamak ve röportaj yapmak üzere ülkenin çeşitli yerlerine dağılan yazarların tespiti de, seçmenlerin bu tür laflardan ve kavgalardan derin bir düş kırıklığına uğradığıdır.
Kaldı ki, seçilmek için birbirlerini bu kadar kıran politikacıların hatırlaması gereken bir husus daha var: Seçildikleri takdirde aynı Meclis çatısının altında olacaklar, birlikte çalışacaklar, belki de iktidarı paylaşmak durumunda kalacaklar. Gerçi politikada "dün dündü" denilebiliyor, ama "kişisel" düşmanlığın izlerinin pek kolay silinmediği de çok görülmüştür...
Asıl tartışılacak konular
Seçime birkaç gün kala, çeşitli parti liderlerinden ve adaylarından beklenen şey, bir nevi "ateşkes" ilan etmeleri, yani kişisel söz kavgalarına son vermeleridir.
Türkiye halen eğitimden sağlığa, ekonomiden dış politika kadar çeşitli alanlarda pek çok ivedi sorunlarla karşı karşıya. Gerçi partiler seçim beyannamelerinde bu sorunlara değindiler. Ama bunlar da seçim vaatleri üslubuyla ve genel bir çerçeve içinde sunulmuş görüşler.
Seçim kampanyasında bu çerçeve içinde partilerin asıl neyi ne şekilde gerçekleştirmeyi düşündüğü daha etraflıca ortaya konmalı ve tartışmalıydı. Batı demokrasilerinde bunlar meydan nutuklarıyla değil, çeşitli TV kanalları tarafından yayımlanan ciddi tartışma toplantılarıyla halka açıklanır.
Bu seçim kampanyası böyle geçti... Umarız bundan sonrakiler daha çağdaş, seviyeli ve içerikli biçimde geçer...
17 Temmuz güzel bir gündü. Ay hilal idi yanlış hatırlamıyorsam.
Sadece alttaki yazıyı bilgisayardan okuyacak kadar vaktim oldu ama hemen onu da buraya aktarmak istedim. İnsanın kendi hayatı dışında başka birşey ile ilgilenmediği günler bana korku veriyor. Pek normal birşey değil ama zaten bu blog 'normal'ler için değil. :-)
'Açıkçası Türkiye de yazı yazmanın, düşünmenin bir anlamı var mı?' diye sormaktan kendimi alamıyorum...
'Gerçek bir demokrasi için neler gerekiyor?' sorusunu kendime Türkiye de tekrarlamak ve listeyi hep uzatmak zorunda kaldım... Belirli bir eğitim düzenini veren bir devlet ve belirli bir eğitim düzenine sahip birey... Ama bu ikisi tavuk ve yumurta gibi olduğundan kısır döngüde yaşamaya devam ediyoruz...
Daha eğtimli bir halk olsa bu hükümet mesela başta olamazdı. Daha eğitimli bir halkın olabilmesi için, daha eğitimli bir devletin ve hükümetin olması gerekiyor... Yani tam bir kısır döngü... Türkiye ye ilk geldiğim zamanlar özel eğitime karşı değildim ama giderek daha karşı oluyorum...
Durum o kadar berbat ve bunu o kadar çok kabul etmek istemeyen var ki, insan en sonunda 'Batın da, görün nasılmış!' demek istiyor...
Demokrasi kuramı akademik ortamda da tartışmalı bir konu ama akademik ortam, hele de Avrupa daki akademik ortam ile burası pek karşılaştırılamaz. Ayrıca Türkiye nin sorunları kuramsal olmaktan çok daha basit şeyler üzerine kurulmuş problemler... Yani akademik tartışma zaten lüks ve fazla karmaşık bu ülke için...
İnsanlar Türkiye de dürüstlük ve gerçekler üzerine kurulu bir düzen ve politika istemiyorlar... En son vardığım sonuç bu. Bu kadar çok büyük kitlelerin bilerek ve isteyerek cahil bırakıldığı bir ülkede demokrasi olamaz. Hiç yeltenmeyin bence çünkü bu gerçeklerden uzak yeltenmeler ülkeyi daha da büyük çıkmazlara sokuyor...
İddiaların aksine birçok ülkede asker Türkiye dekinden daha önemlidir ama asla ön plana çıkmaz... Basın üzerinden başka kurumlarla haberleşmez, ülkenin çıkarını gözetmesi gereken konularda. Çünkü genel geçer tartışılamaz şeyler batı ülkelerinde burdan çok daha büyük bir ciddiyetle ele alınıyor... Orda savaş bilinç düzeyinde başlıyor mesela. Bilerek yabancı basın Türkiye konusunda bilinçlere hükmetme savaşı veriyor. Ama askeri güç Huntington un da yazdığı gibi maalesef Batı da daha önemli kabul ediliyor. Yani birçok 'demokrasi palavraları' havaya sıkan 'akademisyen' ve gazeteciler tamamen bozulmuş bir düzenin destekçisi olmuş durumdalar ve iddia ediyorum, dünyadan haberleri yok. Kitap okumakla öğrenilemez bazı şeyler.
***
Uluslararası gazeteci yok Türkiye de bence... Çünkü Türkiye bence dünyanın dışında sadece A.B. ve A.B.D. uydusu olmaya çalışarak, oldukça cahil kitlelerle yaşıyor... Burjuva A.B. ve A.B.D. ye nötr bakamıyor... Gerçekçi, kompleksiz bakamıyor.
***
Unakıtan gibi bayağı ve saçma sapan konuşan, 'yemek' için geldiği besbelli olan, çapsız bir insan başka nerde bakan olabilir ki? AKP nin elemanlarının konuştuklarının çoğunun en ufak bir derinliği yok ama kimse de onlara 'dur' demediği için, 'yola devam' diyorlar... Ne desinler ?
Ama Türkiye deki daha evvelki politikacılar daha mı iyi idi ?
Türk insanı daha iyisini hak ediyor ama yeterince istemiyor nedense...
Sami KOHEN Yorum
Seçimde üslup ve içerik
Mitinglerde kısılan seslerle atılan seçim nutuklarının taraftarlardan hararetli alkışlar toplaması, coşku yaratması doğal.
Meydanları dolduranlar için, parti liderlerinin veya adaylarının söylediklerinin içeriğinden çok, üslubu -yani ne kadar heyecan yarattığı- önemli...
Liderler için önemli olan, bayraklar ve pankartlar taşıyan, slogan atan taraftarını, çarpıcı sözlerle galeyana getirmek, zaferin eşiğinde bulundukları görüntüsünü vermektir..
Ülke çapında meydanlarda düzenlenen bu tür toplantılarda söylenenlerin bir özelliği de genelde içi boş laflar ya da kişisel hakaretler ve küfürler içermesidir.
Türk seçmeni maalesef yıllardır süregelen bu tür "miting geleneğini" şu son seçim kampanyasında bir kez daha yaşadı ve -son haftasında da- hâlâ yaşamaya devam ediyor.
Ama doğrusu, belirli bir demokratik deneyime sahip olan 2007 Türkiye'sinde seçim kampanyası ve konuşmaları böyle olmamalıydı... Liderler arasındaki söz düellosu bu kadar düşük seviyelere düşmemeliydi... Bol alkış da toplasa, konuşmalar seçmeni saf (veya enayi) yerine koyup bu kadar boş vaatlerle dolu olmamalıydı.
Kavga hoşa gitmiyor
Halk psikolojisi meydanlarda atılan nutuklara ve karşılıklı ağız dalaşını belki "kaldırır", ama toplum genelinde bu, açıkçası bıktırıyor ve rahatsız ediyor.
Keşke parti yöneticileri toplumdaki bu tepkiyi doğru değerlendirseler... O zaman bu üslubun kendilerine veya partilerine fazla bir şey kazandırmayacağını, meydanlardaki taraftarların basmakalıp sloganlarının ve alkışlarının dışında, halkın geniş kesimlerinin kendilerinden başka şeyler beklediklerini anlayacaklardır.
Seçim kampanyası sırasında nabız yoklamak ve röportaj yapmak üzere ülkenin çeşitli yerlerine dağılan yazarların tespiti de, seçmenlerin bu tür laflardan ve kavgalardan derin bir düş kırıklığına uğradığıdır.
Kaldı ki, seçilmek için birbirlerini bu kadar kıran politikacıların hatırlaması gereken bir husus daha var: Seçildikleri takdirde aynı Meclis çatısının altında olacaklar, birlikte çalışacaklar, belki de iktidarı paylaşmak durumunda kalacaklar. Gerçi politikada "dün dündü" denilebiliyor, ama "kişisel" düşmanlığın izlerinin pek kolay silinmediği de çok görülmüştür...
Asıl tartışılacak konular
Seçime birkaç gün kala, çeşitli parti liderlerinden ve adaylarından beklenen şey, bir nevi "ateşkes" ilan etmeleri, yani kişisel söz kavgalarına son vermeleridir.
Türkiye halen eğitimden sağlığa, ekonomiden dış politika kadar çeşitli alanlarda pek çok ivedi sorunlarla karşı karşıya. Gerçi partiler seçim beyannamelerinde bu sorunlara değindiler. Ama bunlar da seçim vaatleri üslubuyla ve genel bir çerçeve içinde sunulmuş görüşler.
Seçim kampanyasında bu çerçeve içinde partilerin asıl neyi ne şekilde gerçekleştirmeyi düşündüğü daha etraflıca ortaya konmalı ve tartışmalıydı. Batı demokrasilerinde bunlar meydan nutuklarıyla değil, çeşitli TV kanalları tarafından yayımlanan ciddi tartışma toplantılarıyla halka açıklanır.
Bu seçim kampanyası böyle geçti... Umarız bundan sonrakiler daha çağdaş, seviyeli ve içerikli biçimde geçer...
2007-07-02
54.Bölüm: AY

kitap: Kuran
Kuran da Lut Peygamber ve kavmi hakkında olan konulardan hem incil de, hem de tevratta bahsediliyor. Bu konuya beni yönelten bir resim idi, Almanca bir kitapta gördüğüm.
Kuran da Lut Peygamber ve kızları ile ilgili yerleri ararken bu aşağıdaki ayeti gördüm ve çok etkilendim; bu yüzden buraya eklemek istedim.
Bende bütün bunları bilmiyordum. Gerçekten benim için de beklenmedik ve yeni bir keşif bu. İyi ki psikoanaliz ile uğraşmışım...
***
(Bir hayalim var ama artık ayrıca, tamamen Türkçe bir Kuran.
Gutenberg in incili Almanca basarak çoğaltması ruhban sınıfının baskısına son vermek içindi aynı zamanda. Belki burda da yarım yamalak bildiği Arapça ile kendini birşey biliyor zannedenlerin cahilliğine bir son verilmiş olur...
Öte yandan ana dili Arapça olan ve Arap Dili ve Edebiyatı nı okumuş uzman, nitelikli kişilere ihtiyaç var bence. Türklerin ve özellikle dindar kesimin yaşadığı kimlik bunalımlarına da bir son verilmiş olur belki böylelikle... Bu yine ayrı bir konu tabii.)
54.Bölüm: AY 55 cümleden oluşuyor.
Kuran-ı Kerim Diyanet Meali:
1.
Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.
2.
Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve "Süregelen bir sihirdir" derler.
3.
Peygamberi yalanladılar, nefislerinin arzularına uydular. Halbuki her iş, (Allah nasıl takdir ettiyse öylece) gerçekleşecek (değişmeyecek)tir.
4.
Andolsun, onlara içinde caydırıcı tehditlerin bulunduğu haberler geldi.
5.
Bu haberler, zirveye ulaşmış birer hikmettir! Fakat uyarılar fayda vermiyor!
6, 7.
O halde sen de onlardan yüz çevir. Onlar, o davetçinin (İsrafil'in benzeri görülmemiş) bilinmedik (korkunç) bir şeye çağırdığı gün, gözleri düşmüş bir halde dağılmış çekirgeler gibi kabirlerden çıkarlar.
8.
Davetçiye doğru koşarlarken kâfirler, "Bu zor bir gün" derler.
9.
Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanlamıştı. Onlar kulumuzu yalanlayıp "Bu bir delidir" dediler ve kulumuz (tebliğ görevinden) alıkonuldu.
10.
O da Rabbine, "Ey Rabbim! Ben yenilgiye uğradım, yardım et" diye dua etti.
11.
Biz de göğün kapılarını dökülürcesine yağan bir yağmurla açtık.
12.
Yeryüzünü pınar pınar fışkırttık. Derken sular takdir edilmiş bir iş için birleşti.
13.
Biz Nûh'u çivilerle perçinli levhalardan oluşan gemiye bindirdik.
14.
Gemi, inkar edilen kimseye (Nuh'a) bir mükafat olarak gözetimimiz altında yüzüyordu.
15.
Andolsun, biz onu (tufan olayını) bir ibret olarak bıraktık. Var mı düşünüp öğüt alan?
16.
Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (gördüler)!
17.
Andolsun biz, Kur'anı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?
18.
Âd kavmi de (Hûd'u) yalanladı. Azabım ve uyarılarım nasılmış!
19.
Biz onların üstüne, uğursuzluğu sürekli bir günde gürültülü ve dondurucu bir rüzgar gönderdik.
20.
İnsanları köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi kaldırıp atıyordu.
21.
Azabım ve uyarılarım nasılmış, (gördüler)!
22.
Andolsun biz, Kur'anı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?
23, 24.
Semûd kavmi de uyarıcıları yalanlamış ve şöyle demişlerdi: "İçimizden bir insana mı uyacağız? (Asıl) o takdirde biz apaçık bir sapıklık ve delilik içine düşmüş oluruz."
25.
"Bizim aramızdan vahiy ona mı verildi? Hayır o, yalancının, şımarığın biridir."
26.
Onlar yarın bilecekler: Kimmiş yalancı, kimmiş şımarık!
27.
(Salih'e şöyle demiştik:) "Şüphesiz biz, onlara bir imtihan olmak üzere, o dişi deveyi göndereceğiz. Şimdi onları gözetle ve sabret."
28.
"Onlara, suyun (deve ile) kendileri arasında (nöbetleşe) paylaştırıldığını, bildir. Her su nöbetinde sahibi hazır bulunsun."
29.
Derken, (kavmin en azgını olan) arkadaşlarını çağırdılar. O da işe koyuldu ve deveyi kesti.
30.
Fakat azabım ve uyarılarım nasılmış!
31.
Şüphesiz biz, onların üzerine tek bir korkunç ses gönderdik de, onlar, ağıldaki hayvanların çiğneyip ufaladıkları kuru çöpler gibi oldular.
32.
Andolsun, biz Kur'anı, düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?
33.
Lût kavmi de uyarıcıları yalanladı.
34, 35.
Şüphesiz biz de üzerlerine taşlar savuran bir rüzgar gönderdik. Yalnız Lût'un ailesi başka. Katımızdan bir nimet olarak bir seher vakti onları kurtardık. Şükredenleri işte böyle mükafatlandırırız.
36.
Andolsun, Lût onları bizim şiddetli azabımızla uyardı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşıladılar.
37.
Andolsun, onlar onun (meleklerden olan) misafirlerinden nefislerindeki kötü arzuları tatmin etmek istediler. Biz de onların gözlerini silme kör ettik. "Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!" dedik.
38.
Andolsun, onlara sabahleyin erkenden kalıcı bir azap geldi.
39.
"Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!" dedik.
40.
Andolsun, biz Kur'an'ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?
41.
Andolsun, Firavun'un ailesine de uyarıcılar gelmişti.
42.
Bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları mutlak güç ve iktidar sahibinin yakalaması gibi yakaladık.
43.
(Ey Mekkeliler!) Sizin kafirleriniz onlardan daha mı hayırlı? Yoksa sizin için kitaplarda bir berat mı var?
44.
Yoksa onlar, "Biz yardımlaşan (güçlü) bir topluluğuz" mu diyorlar?
45.
O topluluk yakında (Bedir'de) bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.
46.
Hayır, kıyamet, onların (görecekleri asıl azabın) vaktidir. Kıyamet (azabı) ise daha müthiş ve daha acıdır.
47.
Şüphesiz suçlular (müşrikler) sapıklık ve ateşler içindedirler.
48.
Yüzüstü ateşe sürüklendikleri gün kendilerine, "Cehennemin dokunuşunu tadın!" denecek.
49.
Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık.
50.
Emrimiz ancak bir tek emirdir. Göz kırpması gibidir. (Anında gerçekleşir.)
51.
Andolsun, biz sizin gibileri hep helak ettik. Fakat var mı düşünüp öğüt alan?
52.
İşledikleri her şey ise kitaplarda kayıtlıdır.
53.
Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.
54.
Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlar cennetlerde, ırmak başlarındadırlar.
55.
Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)