Eveet, gün kaçmadan onu kovalayacağız. Günler yine fazla hızlı ve dolayısı ile boş geçmeye başladı. Yazamadığım, hiçbir şey okumadığım veya az okuduğum günler bende kaşıntı yapar:-)
Bugün neler oldu? Bugün arabamızı çektiklerine sinir oldum. Yanlış yere park edilmişti muhtemelen ama bu şehir yanlışı ve doğrusu ile insanı şaşırtan bir şehir. Her zaman çekmezler veya her zaman yanlış yere park etmekten ceza yemezsiniz veya siz şöförken 'Buraya da park edilir mi, yuh!' dediğiniz çok zaman olmuştur. Ama sürer, geçersiniz, birşey yapmazsınız, keyfiyet ve şans herşeyi yönetir genellikle. Özellikle virajlarda araba bırakılması pek hoş olur öteki sürücüler için. Ama tabii her zaman yine de doğruyu yapmak gerekir, çünkü piyangonun kime çıkacağı belli olmaz bu ülkede.
...
Türkiye google bugün güzeldi, Jules Verne nin doğumgününü hatırlatmak için yapılan grafiği beğendim.Ama her yerde böyle bir hatırlatma yoktu. Jules Verne 8 Şubat 1828 de doğmuş. Osmanlı da o tarihlerde doğan birinin bir bilimkurgu yazarı olması ihtimali ne idi acaba? Sıfıra yakın bir değer olsa gerek...
---
Geçen sefer aslında evrimden yine bahsetmek istiyordum, evrim bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda olan bir gerçek. Bugün evrimi hala kabul etmemeye çalışmak o kadar büyük bir cahillik ki, anlatmakla bitmez bu cahillik...Evrim sadece Darwin in bir kitabı falan değil, Darwin in yanlış olduğu konular olabilir, ama evrim yadsınanamaz bir gerçek. Sonra evrim 'maymundan gelmek' gibi basit bir şey de değil. Bunu bu şekilde telafüz edenlere -içimden tabii- 'Ulan, siz hala maymunsunuz be! Pardon iyi ve şeker maymunlardan...' demek geliyor...:-))
Modern zamanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Modern zamanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2011-02-09
2010-12-01
Habermas
Habermas, yukaridaki linkten de okuyabileceğiniz gibi tanınmış Alman filozofu. 'Kamusal alan' Habermas ın kendine özgü bir konsepti falan değil, hatta felsefesinin o kadar da önemli bir kavramı değil aslında. Niye bu ülkede bu kavramla öne çıkmış gözüküyor anlamış değilim. 'Strukturwandel der Öffentlichkeit' 1962 de çıkmış, nerdeyse klasik olmuş, ama Habermas ın doçentlik tezi olarak yazdığı bir eser. Asıl önemli eseri 1981 yılında çıkan 'Theorie des kommunikativen Handelns'.
Habermas maalesef hala Frankfurt Okulu nun ve Kritik Teori nin, biz ona Eleştirel Kuram diyelim, son temsilcisi olarak geçiyor amatör felsefeciler için yazılmış bazı açıklayıcı metinlerde...Felsefe ile ciddi anlamda uğraşan insanlar bilirlerki, Alman Idealizmi 2.Dünya Savaşı nın katliamlarından sonra ciddi anlamda krizdeydi ve bence kendi kendisini lav etmesi gerekiyordu, ama o zaman da Marx ın eline düşmekten korktukları için bir çıkış yolu arıyorlardı. Alman kimliği aslında yahudi entellektüeller tarafından nerdeyse zor durumda bırakılmıştı. Marx ın dini eleştirisi, Modernite, hiçbir zaman haz etmedikleri Fransız olan (ve nerdeyse sadece bu yüzden sevimsiz olan:-) Fransız İhtilali hep üstlerine gelmiş, onlar ise bütün bunlardan nasıl kurtulacaklarını düşünmek zorunda kalmışlardı. Almanların bence en severek yaşadıkları toplu hareket Martin Luther in protestanlık hareketi idi. Yahudiler dini hiristiyan kimlikle problem çıkartan bir yapıda idiler birçokları için. Biliyorum 2.Dünya Savaşı nda birçok iyi manada hiristiyan yahudi katliamlarına karşı çıktı ama onları da kamplara attılar. Büyük çoğunluk ise onları yıkıma ve ateşe yönelten önder Hitler in peşinden gitti. Çünkü çoğu, aynen burdaki bir kısım küçük burjuva gibi, zafere susamış ve kimlik krizi yaşayan kitleler idi.
Şimdi bütün bunları niye yazdım? Habermas gerçek manada Eleştirel Kuram ın ve Frankfurt Okulu nun temsilcisi değildir... Çünkü bu hareketlerin özünden uzaktı kendisi. Bu hareketleri tekrar Kant ın iyimserliği ile sulandırmak istedi ve buna 'Öffentlichkeit ın çok ihtiyacı vardı. Almancayı iyi bilen bir insan Habermas ın stil farkı ile Adorno ve Horkheimer in stil farkını hemen hisseder...Nietzsche bile bence bu iki harekete Habermas tan daha yakındır...:-)))
Habermas sivri, patlayıcı içerikleri yuvarlayan biri olarak büyük beğeni topladı, çünkü Freud un, Marx ın köşeli kuramları birçok kişiyi bu düşünürlerden uzak tutuyordu...Neyse, şimdi konu bu değil. Türkiye de birdenbire bu başörtüsü meselesi tartışmalarında 'kamusal alanın ideolojik tanımı' gibi bir kavram sarfedildi. Hahahaha!!!!
Bu ülkenin bir tarihi var, burası Fransa değil, 25 yılda ikinci kahveyi yapamadılar benim oturduğum yerde, ki Istanbul un ortasında yaşıyorum...Bu ülkenin bir tarihi var, akşam ezanından sonra sokağa çıkmak diye bir kavramı vardı ki bu kültürün, ki hala onun kalıntıları yaşıyor...Sokakta köpekten başka dolaşan yok belli bir saatten sonra, onlar mı kamusal alanın sahipleri acaba, politik devrim yapacak olan 'cafe' lerde toplanıp... Hahahaha!!! Bu toplum senelerce Selamlık ve Harem olarak yaşamadı mı? Toplum hala bunun izleri ile dolu değil mi? Herkesin başı kapalıydı bundan 300, 400 yıl evvel...Devrim olmasa şimdi parayla etrafta dolaştırılan politik çarşaflı ve türbanlı kadınlar da o zamanki gibi evlerinde oturuyor olacaklardı...
Ayrıca Anadolu da köpeklere de tecavüz edildiğini okuyoruz gazetelerden (HDN, tarihi ekleyeceğim), köpeklere tecavüz edilen bir yerde kadınları kapatmazsın da, ne yaparsın? Hahaha... Özgürlükmüş!!!!
Cinsel kontrol mekanizmaları gelişmemiş bir toplumun içgüdüsel bir korunma ihtiyacı olur...Ama bu ihtiyaç 'Allahın emri' diye pazarlanıp, bunun üzerinden kendi cebinin çıkarlarını devletin çıkarlarını gözardı ederek kullananlar varsa, bunun ismi özgürlük olmaz. 'Kamusal alan' ı padişahın emirlerinden ibaret gören bir toplumun mirasçısıyız... Bunu unutmayın... Ayrıca kadın orda hiç olmasa daha iyi eskilere göre...
Türkiye deki durumun Habermas ile bir ilgisi yok, ama buraya ayrıca Habermas ın günümüzdeki liboş politikaları eleştiren bir röpartajını ekleyeceğim.
Habermas maalesef hala Frankfurt Okulu nun ve Kritik Teori nin, biz ona Eleştirel Kuram diyelim, son temsilcisi olarak geçiyor amatör felsefeciler için yazılmış bazı açıklayıcı metinlerde...Felsefe ile ciddi anlamda uğraşan insanlar bilirlerki, Alman Idealizmi 2.Dünya Savaşı nın katliamlarından sonra ciddi anlamda krizdeydi ve bence kendi kendisini lav etmesi gerekiyordu, ama o zaman da Marx ın eline düşmekten korktukları için bir çıkış yolu arıyorlardı. Alman kimliği aslında yahudi entellektüeller tarafından nerdeyse zor durumda bırakılmıştı. Marx ın dini eleştirisi, Modernite, hiçbir zaman haz etmedikleri Fransız olan (ve nerdeyse sadece bu yüzden sevimsiz olan:-) Fransız İhtilali hep üstlerine gelmiş, onlar ise bütün bunlardan nasıl kurtulacaklarını düşünmek zorunda kalmışlardı. Almanların bence en severek yaşadıkları toplu hareket Martin Luther in protestanlık hareketi idi. Yahudiler dini hiristiyan kimlikle problem çıkartan bir yapıda idiler birçokları için. Biliyorum 2.Dünya Savaşı nda birçok iyi manada hiristiyan yahudi katliamlarına karşı çıktı ama onları da kamplara attılar. Büyük çoğunluk ise onları yıkıma ve ateşe yönelten önder Hitler in peşinden gitti. Çünkü çoğu, aynen burdaki bir kısım küçük burjuva gibi, zafere susamış ve kimlik krizi yaşayan kitleler idi.
Şimdi bütün bunları niye yazdım? Habermas gerçek manada Eleştirel Kuram ın ve Frankfurt Okulu nun temsilcisi değildir... Çünkü bu hareketlerin özünden uzaktı kendisi. Bu hareketleri tekrar Kant ın iyimserliği ile sulandırmak istedi ve buna 'Öffentlichkeit ın çok ihtiyacı vardı. Almancayı iyi bilen bir insan Habermas ın stil farkı ile Adorno ve Horkheimer in stil farkını hemen hisseder...Nietzsche bile bence bu iki harekete Habermas tan daha yakındır...:-)))
Habermas sivri, patlayıcı içerikleri yuvarlayan biri olarak büyük beğeni topladı, çünkü Freud un, Marx ın köşeli kuramları birçok kişiyi bu düşünürlerden uzak tutuyordu...Neyse, şimdi konu bu değil. Türkiye de birdenbire bu başörtüsü meselesi tartışmalarında 'kamusal alanın ideolojik tanımı' gibi bir kavram sarfedildi. Hahahaha!!!!
Bu ülkenin bir tarihi var, burası Fransa değil, 25 yılda ikinci kahveyi yapamadılar benim oturduğum yerde, ki Istanbul un ortasında yaşıyorum...Bu ülkenin bir tarihi var, akşam ezanından sonra sokağa çıkmak diye bir kavramı vardı ki bu kültürün, ki hala onun kalıntıları yaşıyor...Sokakta köpekten başka dolaşan yok belli bir saatten sonra, onlar mı kamusal alanın sahipleri acaba, politik devrim yapacak olan 'cafe' lerde toplanıp... Hahahaha!!! Bu toplum senelerce Selamlık ve Harem olarak yaşamadı mı? Toplum hala bunun izleri ile dolu değil mi? Herkesin başı kapalıydı bundan 300, 400 yıl evvel...Devrim olmasa şimdi parayla etrafta dolaştırılan politik çarşaflı ve türbanlı kadınlar da o zamanki gibi evlerinde oturuyor olacaklardı...
Ayrıca Anadolu da köpeklere de tecavüz edildiğini okuyoruz gazetelerden (HDN, tarihi ekleyeceğim), köpeklere tecavüz edilen bir yerde kadınları kapatmazsın da, ne yaparsın? Hahaha... Özgürlükmüş!!!!
Cinsel kontrol mekanizmaları gelişmemiş bir toplumun içgüdüsel bir korunma ihtiyacı olur...Ama bu ihtiyaç 'Allahın emri' diye pazarlanıp, bunun üzerinden kendi cebinin çıkarlarını devletin çıkarlarını gözardı ederek kullananlar varsa, bunun ismi özgürlük olmaz. 'Kamusal alan' ı padişahın emirlerinden ibaret gören bir toplumun mirasçısıyız... Bunu unutmayın... Ayrıca kadın orda hiç olmasa daha iyi eskilere göre...
Türkiye deki durumun Habermas ile bir ilgisi yok, ama buraya ayrıca Habermas ın günümüzdeki liboş politikaları eleştiren bir röpartajını ekleyeceğim.
Labels:
21yy,
AVRUPA,
French Revolution,
Freud ve Psikoanaliz,
Gereksiz Bilgiler,
İletişim,
Medya Devri,
Modern zamanlar,
OrtaDoğu,
OSMANLI,
Religion Din,
Türkiye
2008-01-10
Okunan kitaplar: Bilgisayar Felsefesi
Computerphilosophie, 'Bilgisayar Felsefesi' uzun zamandan beri elimde doğru, dürüst okunamadan sürünen bir kitap. Ama önemli bir kitap. İnsan ve makine ilişkisi açısından önemli bir kitap.
İnsan makine ilişkisi yine modernite nin kalbinde yatan problemlerden bir tanesi... Batı
tanrı ve insan arasında bir buluşma olmasını insan açısından faydasını düşünerek kabul ediyor. Yani pragmatist açıdan bir mükemmellik ideali olarak...Doğu için bu asla kabul edilemez. Doğu tanrı ve insan arasına kesin sınır koyar. Tanrı insanın üstün hali değildir, ikisinin kategorisi farklıdır.
Batı nın üstün insandan anladığı genellikle topluma faydası olan, hata yapmayan insan, az enerji ile çok çalışan insan... Yani aynen bir bilgisayar gibi. Zaten bir gün makine ile insanın tamamen 'aşılabileceğini' düşünenler az değil. Veya makine-insan çizgisinin aşılmasının mükemmellik açısından insanın 'ilerlemesi' olacağını düşünenler de var...
Bombalar da aslında makinadır bir yerde... İnsan yok eden mekanizmalar... Savaşlar kazandıran, savaşlar kaybettiren makinalar... Gerçekten makina insana bir güvenlik sağlar.
Makinaları Batı kültüründen hayali olarak bir çıkardığınızı düşünün...Geriye çok birşey kalmadığını göreceksiniz, halbuki eski yunan kültürü bizde hala hayranlık uyandırıyor... Eski Yunan Batı dan çok farklı bir kültürdü, bu yüzden battılar zaten...:-)
Ama konu bu değil. Mükemmelliğin özeti, ana fikri, canlı maddesi olarak makinanın merkezde olması o kültürü ister, istemez nekrofil yapacaktır. Ben bilgisayarı çok seven bir insanım, olayın geri kafalılıkla ilgisi yok, ama Adorno nun dediği çok doğru;
Eski Yunan cansız maddelerde bile hayat, ruh (anima) görmeye, yaratmaya çalışırken, çıkarcı mantık ('instrumentelle Vernunft') 'en azgın' şeklinde, tabii ki daha yumuşak tonları var, canlıyı cansıza çevirmeye çalışıyor... Ve bunu tutku ile yapıyor... Hoşgeldin Todestrieb! (Ölüm Güdüsü!)
Tanrının işlevsellik düşüncesi içerisinde ele alındığı bir kültür en son noktasında kadını ve üremeyi yok etmeye çalışacaktır, çünkü insandan üstün artık makina vardır...
Eski Yunan ın en entrikalı Tanrı ve Tanrıçaları bile masum, çocuksu, insancıl kalır bu istek karşısında...Julia Kristeva boşu boşuna Batı da tinsel manada dişi kategori olmadığını iddia etmemiştir...
Yine de tam olarak istediğimi sanırım söyleyemedim. Eski Yunan da ve daha birçok başka kültürde mükemmellik tahayyülleri için Tanrı kavramı varken, modern sonrası toplumda insanın bir 'üstü' olarak insan veya insan-tanrı veya Tanrı gibi kavramlar ortadan kalktığı için makina artık tek mükemmellik şekli oluyor... Batı aslında insandan daha iyi olarak bir tek makina-insanı hayal edebiliyor... Bu biraz acıklı bence... İnsandan daha iyi enstrümentalize edilebilecek bir tek makineler var zaten...
Aydınlanmanın iluzyonları yok etme vaadinin böyle bir sığlıkta sona ermesi şaşırtıcı mı yoksa acıklı mı bilmiyorum...
İnsan makine ilişkisi yine modernite nin kalbinde yatan problemlerden bir tanesi... Batı
tanrı ve insan arasında bir buluşma olmasını insan açısından faydasını düşünerek kabul ediyor. Yani pragmatist açıdan bir mükemmellik ideali olarak...Doğu için bu asla kabul edilemez. Doğu tanrı ve insan arasına kesin sınır koyar. Tanrı insanın üstün hali değildir, ikisinin kategorisi farklıdır.
Batı nın üstün insandan anladığı genellikle topluma faydası olan, hata yapmayan insan, az enerji ile çok çalışan insan... Yani aynen bir bilgisayar gibi. Zaten bir gün makine ile insanın tamamen 'aşılabileceğini' düşünenler az değil. Veya makine-insan çizgisinin aşılmasının mükemmellik açısından insanın 'ilerlemesi' olacağını düşünenler de var...
Bombalar da aslında makinadır bir yerde... İnsan yok eden mekanizmalar... Savaşlar kazandıran, savaşlar kaybettiren makinalar... Gerçekten makina insana bir güvenlik sağlar.
Makinaları Batı kültüründen hayali olarak bir çıkardığınızı düşünün...Geriye çok birşey kalmadığını göreceksiniz, halbuki eski yunan kültürü bizde hala hayranlık uyandırıyor... Eski Yunan Batı dan çok farklı bir kültürdü, bu yüzden battılar zaten...:-)
Ama konu bu değil. Mükemmelliğin özeti, ana fikri, canlı maddesi olarak makinanın merkezde olması o kültürü ister, istemez nekrofil yapacaktır. Ben bilgisayarı çok seven bir insanım, olayın geri kafalılıkla ilgisi yok, ama Adorno nun dediği çok doğru;
Eski Yunan cansız maddelerde bile hayat, ruh (anima) görmeye, yaratmaya çalışırken, çıkarcı mantık ('instrumentelle Vernunft') 'en azgın' şeklinde, tabii ki daha yumuşak tonları var, canlıyı cansıza çevirmeye çalışıyor... Ve bunu tutku ile yapıyor... Hoşgeldin Todestrieb! (Ölüm Güdüsü!)
Tanrının işlevsellik düşüncesi içerisinde ele alındığı bir kültür en son noktasında kadını ve üremeyi yok etmeye çalışacaktır, çünkü insandan üstün artık makina vardır...
Eski Yunan ın en entrikalı Tanrı ve Tanrıçaları bile masum, çocuksu, insancıl kalır bu istek karşısında...Julia Kristeva boşu boşuna Batı da tinsel manada dişi kategori olmadığını iddia etmemiştir...
Yine de tam olarak istediğimi sanırım söyleyemedim. Eski Yunan da ve daha birçok başka kültürde mükemmellik tahayyülleri için Tanrı kavramı varken, modern sonrası toplumda insanın bir 'üstü' olarak insan veya insan-tanrı veya Tanrı gibi kavramlar ortadan kalktığı için makina artık tek mükemmellik şekli oluyor... Batı aslında insandan daha iyi olarak bir tek makina-insanı hayal edebiliyor... Bu biraz acıklı bence... İnsandan daha iyi enstrümentalize edilebilecek bir tek makineler var zaten...
Aydınlanmanın iluzyonları yok etme vaadinin böyle bir sığlıkta sona ermesi şaşırtıcı mı yoksa acıklı mı bilmiyorum...
2007-12-24
Lautreamont 1846-1870
Lautreamont (1846 - 1870) tanınmış bir gerçeküstücü olarak bu blogda yer almalı idi. Lautreamont 'Van Gogh ve Şizofreni' teması altında okuduğum kitaplarda karşıma çıktı. (En azından aklıma şu anda geldiği şekli ile) Özellikle Artaud nun Van Gogh un intiharı hakkında yazdıklarında Lautreamont dan bahsediliyor. Bunun dışında 19.yüzyıl zaten ilgimizi çeken bir yüzyıl, 19.yüzyılda Paris, gerçeküstücülük şimdilik aklıma gelen serbest çağrışımlar... Gaston Bachelard ın 'Su ve Düşler' kitabında tekrar karşımıza çıktı...
2007-11-26
Serendipity of the Day: Tristesse de la lune
TRISTESSE DE LA LUNE
Ce soir, la lune rêve avec plus de paresse;
Ainsi qu'une beauté, sur de nombreux coussins,
Qui d'une main distraite et légère caresse,
Avant de s'endormir, le contour de ses seins,
Sur le dos satiné des molles avalanches,
Mourante, elle se livre aux longues pâmoisons,
Et promène ses yeux sur les visions blanches
Qui montent dans l'azur comme des floraisons.
Quand parfois sur ce globe, en sa langueur oisive,
Elle laisse filer une larme furtive,
Un poète pieux, ennemi du sommeil,
Dans le creux de sa main prend cette larme pâle,
Aux reflets irisés comme un fragment d'opale,
Et la met dans son coeur loin des yeux du soleil.
Les Fleurs du Mal, 1857
Baudelaire
Ce soir, la lune rêve avec plus de paresse;
Ainsi qu'une beauté, sur de nombreux coussins,
Qui d'une main distraite et légère caresse,
Avant de s'endormir, le contour de ses seins,
Sur le dos satiné des molles avalanches,
Mourante, elle se livre aux longues pâmoisons,
Et promène ses yeux sur les visions blanches
Qui montent dans l'azur comme des floraisons.
Quand parfois sur ce globe, en sa langueur oisive,
Elle laisse filer une larme furtive,
Un poète pieux, ennemi du sommeil,
Dans le creux de sa main prend cette larme pâle,
Aux reflets irisés comme un fragment d'opale,
Et la met dans son coeur loin des yeux du soleil.
Les Fleurs du Mal, 1857
Baudelaire
2007-11-14
Nisan 1994 Ruanda Katliamı yine gündemde

Ruanda da tam olarak ne olduğunu biz uzak ve karışmayan ülkeler ne kadar anladık, çok merak ediyorum.
Tutsiler ve Hutular ın birbirleriyle kavga ettiklerini duyduk... Ama Güliver in maceralarındaki isimler gibi geldi, geçti bunlar hafızamızdan. Hiç unutmam NYTimes da seneler evvel bir başlık vardı: 'About Turks and Kurds' diye. Herhalde onlar da bu isimleri tuhaf yabancı halkları benim Afrika da bana hiçbir şey ifade etmeyen kabile isimlerini algıladığım gibi algılıyorlardır diye geçmişti aklımdan....
***
14 Kasım 2007
PARIS (Reuters) - A French court approved on Wednesday the handover to a U.N. court of a Rwandan genocide suspect accused of coordinating the massacre of up to 25,000 people in one incident.
Dominique Ntawukuriryayo, 65, had been living in France and was detained by French police in the southern town of Carcassonne last month.
Although a Paris appeals court approved his handover to the International Criminal Tribunal for Rwanda in Arusha, Tanzania, he will not be transferred immediately as his lawyers have decided to appeal against the decision.
Ntawukuriryayo was sub-prefect of the town of Gisagara in the southern Rwandan province of Butare during the 1994 genocide in which some 800,000 ethnic Tutsis and moderate Hutus were killed. He is charged with genocide, complicity in genocide and inciting the public to commit genocide.
According to the 2005 tribunal indictment, Ntawukuriryayo played a central role in a massacre at Kabuye hill near Gisagara in which thousands of Tutsi refugees were rounded up and ordered to go to a hill where they were told they would be safe.
Ntawukuriryayo organized soldiers and militias to go to the site to kill them, it says.
"As a result of his actions, Dominique Ntawukuriryayo was responsible for the death of as many as 25,000 Tutsi refugees who were killed at Kabuye hill during the period of 21st to 25th of April 1994," the indictment said.
(Reporting by Thierry Leveque; writing by Francois Murphy; editing by Elizabeth Piper
19 Kasim 2007
Ruanda da da olanları herşey bittikten sonra anlamaya çalışıyoruz. Ruanda örneği ile bugüne kadar bu konu ile hiç ilgilenmemiş insanlar ilgilensin isterdim. Bu konuda hiçbir şey bilmeyen, olaya dışardan bakan Batı dışı bir toplumdan gelen birisi olayı nasıl görmeli ? Bir kere bölgeden haber veren Batı dışı kaynak var mı? Bunu bile bilmiyoruz. Bu önemli birşey. Yine de Batı medyasının belli standartları olduğunu biliyoruz. Yani güvenmekten başka çaremiz yok kendimiz daha iyisini yapamıyorsak.
'Huttu (Hutu), Tuttu (Tutsi)' gibi kelimeler bana açıkçası hiçbir şey ifade etmiyor. Bu olayın iyi tarafı. Evet, bu kelimelerin birçok kişiye hiçbir şey ifade etmemesi olayın iyi tarafı. Çünkü tarafsızlık bence böylelikle kolaylaşıyor. Aslında Türkiye deki insanların anlamasını istediğim şey nasıl bir çoğumuza 'huttu', 'tuttu' gibi kelimeler birşey ifade etmiyorsa, aynen 'turk' ve 'kurd' gibi kelimeler de aslında Batı daki sıradan insana hiçbir şey ifade etmiyor.
Ruanda ya dönelim. Muhtemelen suni olarak yaratılmış ülkeciklerden bir tanesi Afrika da. Bölgeye ilk giden Batılı Alman Kont Von Goetzen imiş 1894 yılında. (Tabii bu bilgiler de internetten) Almanlar ordaki ufak kasabanın şefini kafaya almışlar anladığım kadarı ile. Yine tabii misyonerlik üzerinden. 'Beyaz Babalar' diye misyonerler yollamışlar oraya. Resmi dil ile oranın yönetimi savaşmadan Almanya ya bağlı olmayı kabul etmiş 1899 yılında. Tabii bu öteki Avrupalı kabilenin işine gelmemiş. Belçika Almanya nın gözünün önünde bir yere göz dikmesine tahammül edemezdi. Komedi aslında misyonerler aracılığı ile kafaya aldıkları Afrikalı lara neden Avrupalı hiristiyan 'kabilelerin' kendi aralarında durmadan savaştığını anlatamamaları...
Yine de Ruanda nın yüzde 85 ini 'hiristiyan' yapmayı başarmışlar. Dil de İngilizce veya Fransızca olmuş. Irak ta Allahtan kürtler vardı, böyle bir çabaya gerek kalmadı.:-)
Aynı işi onlar da görürler nasıl olsa...
Biz yine kaldığımız yerden devam edelim. 1915 yılında Zaire deki Belçika askerleri ufak Alman grubu ülkeden çıkartıyor ve hakimiyeti ellerine geçiriyorlar.
Halkın çoğunluğu (Batılı kaynaklara göre) Hutu imiş, yönetenler ama Tutsi imiş. E olmaz tabii, demokrasi gelmesi lazım oraya... :-) Keh keh...
Batılılar yine en sevdikleri şeyi yapıyorlar ülkedeki aptalları kendi boyundurukları altına alıp, yönetenlere karşı ayaklandırıp, silahlandırıyorlar. Bir tür halk devrimi 'özgürlük' ve 'demokrasi' için... Keh keh... Nedense Tutsiler ülkedeki Avrupalı kabile şeflerinden pek hoşlanmıyorlar ? Neden acaba ? Halbuki sahip olmadığı her zenginliğe askeri üstünlük ile sahip olmak ve oraya 'demokrasi' ve 'özgürlük' getirmek her Avrupalı kabile şefinin doğal hakkı değil midir?
Yavaş, yavaş ülkenin yönetimini ellerinde tutan Tutsiler öldürülmeye veya ülkeden sürülmeye başlanıyor. 1959 yılında Belçika destekli Hutular 160.000 Tutsi yi 'hallediyor'. 'Hallediyor' derken bir kısmını öldürüyor ama çoğunu ülke dışına sürüyor. Ülkeden atılan Tutsiler birleşip tekrar saldırıyorlar. Bunun üzerine Batılılar olayın tam olarak 'hallolmadığını' anlayıp, ateşkes ile zaman kazandıktan sonra, Hutululara 800000 Tutsiyi öldürtüyorlar. Sonra da 'ahh vahh' yapıp, 'Biz küçük bir katliama sebep olduk, hadi aranızda zengin olanlarınız para versin de, durumu biraz olsun iyileştirelim.' yapıyorlar... Katliam öyle ucuz birşey değil tabii... Öldürtmek de, iyileştirmek de para gerektiriyor...
2007-10-14
Tevfik Fikret A Turkish Poet 1867 - 1915
There is a link above from english Wikipedia about him.
The second half of the 19th century and the beginnig of the 20th century is an especially interesting time to me.
The second half of the 19th century and the beginnig of the 20th century is an especially interesting time to me.
2007-10-01
Galileo Galilei 1564 1642
Eylül ün kitapları arasında Yapı Kredi Yayınları ndan çıkmış ince bir kitap vardı.
'Galilei, Yıldızların Habercisi', Jean Pierre Maury
Galilei Galileo nun hayatı tam ibret alınacak şeyler sunuyor. Din, politika ve bilimin özerk alanlar olması gerekliliğinin bir kere daha altını çiziyor. Ama oluyor mu, o tabii başka bir soru...
İslam maalesef hala taş çağından çıkamadı. İnsanların cahilliklerinin bunda payı büyük. Türkiye de yaşanan birçok güncel olay da insanların ne kadar cahil olduğunu gösteriyor. Yani cahil insanın dini veya dinsizliği anlama kapasitesi kendine göre olacaktır... Ama tabii en önemli faktör libido bence... Ben evrime inanıyorum, darwinist veya tamamen pozitivist bir şekilde olmasa da, evrim var... Filogenetik ve ontogenetik diye tabirler vardır Freud un kullandığı bireyin ve toplumların kaydettikleri psikolojik aşamaları belirtmek için. Freud un bakış açısından bakıldığında insan kendi haline bırakıldığında düşünceleri ya şiddet, ya da cinsellik üzerine yoğunlaşacaktır denebilir... (Tabii Freud doğrudan böyle birşey söylemedi ama eserinden böyle basit bir çıkarım yapılabilir bir Gedankenexperiment olarak...) Yine bu çıkarımdan yola çıkarak bir toplum ne kadar cahilse cinsellik ve şiddet olmaması gerektiği kadar ön planda olacaktır denebilir. İşte islami birçok toplum da bu görüntüyü maalesef arz ediyor.
Ne zaman ki insanın bilinci bu ikisinden arınır (ki tabii ki tam arınma söz konusu olamaz ama dereceleri var...), ancak o zaman bilim ile uğraşılabilir. Ama yine de niceliğin nitelik yarattığını ve bu dediğim şeylerin göreceli kavramlar olduğunu unutmamak gerekir...
Kilise nin yanıldığı noktalardan bir tanesi kutsal metinlerde, birbirleriyle ilgisi olmayan şeyleri biraraya getirmekti.Ve tabii bütün yoz din adamları gibi kendilerini düşünüyorlardı, ne dini, ne de bilimi. (Burdaki din üzerinden yiyiciler gibi...) Farklılaşma yeterince ilerlememişti. İnsan üzerinde hakimiyet ile bilginin örtüşmesi gerekiyordu...('Bilgi güçtür.' Francis Bacon in ünlü sözü bence bu yozlaşmanın izlerini taşır. Küçük adam hep bilgi ile birşey yapmak ister...) Bu yüzden Galilei nin başına çorap örülmeye çalışıldı. Halbuki bilgi kendisi için yapılan birşey olmalıydı.
Laik olmayan toplumlarda Galilei nin başına gelenlerin yaşanması tuhaf karşılanamaz... O zaman ki Avrupa yeterince laik değildi... Ayrıca Vatikan gibi bir teokratik politik birime ev sahipliği yapan İtalya nın tam anlamı ile laik olması beklenemezdi.
Vatikan dünyanın güneş etrafında döndüğünü 1822 yılında kabul ediyor. Yani 19.yy ın başında...
Ama bilgi, iktidar ve inanç üçlüsünün arasındaki problemler her zaman, her yerde değişik şekillerde gözlenebilir... Tabii ki bir toplumun sosyal strukturları ne kadar basitse (ki Türkiye öyle) bu üçünün bir araya gelme ihtimali veya bunları bir elde toplama isteği yükselir. Bu cehaletle ilgili birşey.
'Galilei, Yıldızların Habercisi', Jean Pierre Maury
Galilei Galileo nun hayatı tam ibret alınacak şeyler sunuyor. Din, politika ve bilimin özerk alanlar olması gerekliliğinin bir kere daha altını çiziyor. Ama oluyor mu, o tabii başka bir soru...
İslam maalesef hala taş çağından çıkamadı. İnsanların cahilliklerinin bunda payı büyük. Türkiye de yaşanan birçok güncel olay da insanların ne kadar cahil olduğunu gösteriyor. Yani cahil insanın dini veya dinsizliği anlama kapasitesi kendine göre olacaktır... Ama tabii en önemli faktör libido bence... Ben evrime inanıyorum, darwinist veya tamamen pozitivist bir şekilde olmasa da, evrim var... Filogenetik ve ontogenetik diye tabirler vardır Freud un kullandığı bireyin ve toplumların kaydettikleri psikolojik aşamaları belirtmek için. Freud un bakış açısından bakıldığında insan kendi haline bırakıldığında düşünceleri ya şiddet, ya da cinsellik üzerine yoğunlaşacaktır denebilir... (Tabii Freud doğrudan böyle birşey söylemedi ama eserinden böyle basit bir çıkarım yapılabilir bir Gedankenexperiment olarak...) Yine bu çıkarımdan yola çıkarak bir toplum ne kadar cahilse cinsellik ve şiddet olmaması gerektiği kadar ön planda olacaktır denebilir. İşte islami birçok toplum da bu görüntüyü maalesef arz ediyor.
Ne zaman ki insanın bilinci bu ikisinden arınır (ki tabii ki tam arınma söz konusu olamaz ama dereceleri var...), ancak o zaman bilim ile uğraşılabilir. Ama yine de niceliğin nitelik yarattığını ve bu dediğim şeylerin göreceli kavramlar olduğunu unutmamak gerekir...
Kilise nin yanıldığı noktalardan bir tanesi kutsal metinlerde, birbirleriyle ilgisi olmayan şeyleri biraraya getirmekti.Ve tabii bütün yoz din adamları gibi kendilerini düşünüyorlardı, ne dini, ne de bilimi. (Burdaki din üzerinden yiyiciler gibi...) Farklılaşma yeterince ilerlememişti. İnsan üzerinde hakimiyet ile bilginin örtüşmesi gerekiyordu...('Bilgi güçtür.' Francis Bacon in ünlü sözü bence bu yozlaşmanın izlerini taşır. Küçük adam hep bilgi ile birşey yapmak ister...) Bu yüzden Galilei nin başına çorap örülmeye çalışıldı. Halbuki bilgi kendisi için yapılan birşey olmalıydı.
Laik olmayan toplumlarda Galilei nin başına gelenlerin yaşanması tuhaf karşılanamaz... O zaman ki Avrupa yeterince laik değildi... Ayrıca Vatikan gibi bir teokratik politik birime ev sahipliği yapan İtalya nın tam anlamı ile laik olması beklenemezdi.
Vatikan dünyanın güneş etrafında döndüğünü 1822 yılında kabul ediyor. Yani 19.yy ın başında...
Ama bilgi, iktidar ve inanç üçlüsünün arasındaki problemler her zaman, her yerde değişik şekillerde gözlenebilir... Tabii ki bir toplumun sosyal strukturları ne kadar basitse (ki Türkiye öyle) bu üçünün bir araya gelme ihtimali veya bunları bir elde toplama isteği yükselir. Bu cehaletle ilgili birşey.
2007-09-03
Suni Gübre
Metin Münir bir süreden beri herkesi ilgilendiren önemli şeyler yazıyor.
Bir örnek vermek istiyorum suni gübre sorununa...
Ukrayna da suni gübrenin ulaşamadığı yerler varmış, orada fakir çiftçilerin yetiştirdikleri birdenbire iki misli kazandırmaya başlamış, çünkü hakiki imişler...Yani doğal gübre ile yetişmiş doğal ürünler... Aslında bu Ukrayna da olan şey amaçlı değildi. Kapitalizmin varamadığı noktalardan biri olduğu için tesadüfen cereyan etti olay...
Türkiye suni gübreden, hormana her türlü kimyasal maddenin tarımda bilinçsizce ve yanlış kullanıldığı bir yer olarak geçiyor yurt dışında. Ben zaten senelerdir kendim de izliyorum Istanbul daki çeşitliliğin azalmasını ;mesela ben bu sene yerli çilek görmedim. Üzümün çeşitleri yok oldu ortadan... Çavuş, yapıncak ve daha başka türlüleri yok muydu bunlarn? İtalya da yetişen bir tür sanki ortalığı zapt etti.
Meyve ve sebzenin o sevimsiz, soğuk Avrupa nın süper market fiyatlarına ulaşmasını ben dehşetle takip ediyorum. Görüntü de aynılaşıyor bazen... Sanki bir ordu düzenleniyormuşcasına tektipleştirilmiş meyve ve sebzeler... Felsefe ile bağdaştırıyorum kafamda bazı şekilleri. Modernite nin tektipleştirme hırsı sanki meyve ve sebzeyi bile vurmuş... Kontrol ve tektipleştirme...
Topraktan ürün aynı boynada ve aynı renkte çıkmaz... Çocukluğunuzdaki domatesleri hatırlayın, hiçbiri birine benziyor muydu?
Şimdi ise hepsi aynı boy nerdeyse... Avrupa daki kadar extrem değil, bunu biliyorum... Ama bu marketteki düzen 'Avrupalı nın doğadan anladığı işte bu!' diye düşündürtmüştür bana hep... Aynı boy ve aynı renkte cahilce bir 'güzellik' anlayışı ile üretilmiş tatsız domatesler... Dışı güzel, içi tatsız... A.B.D. nin bize kakaladığı o berbat muzlar gibi... Ama yine de yiyoruz işte...
Ökolojik Devrim in felsefe ile çok yakın ilişkisi var. Okuyacak şey de çok var, yazacak da... Altta dünkü Milliyet ten bir yazı...
p.s. Bu arada birşey eklemeyi unuttum. Ayrıca çürümüş kemikleri bitkilerden beslenmesi gereken sığırlara yedirmek kötü bir ün yapmış olan protestan İngiliz vahşi kapitalizminin bir fikri idi ve deli dana salgınına sebep oldu.
Milliyet, 2 Eylül 2007, Metin Münir
Lawes'un yaptığı ve yapmadığı
Suni gübrenin babası, John Bennet Lawes adlı bir İngilizdir. Aslında Lawes için suni gübrenin amcası demek belki daha doğru olur. Çünkü, bazı maddeleri toprağa katmanın verimi artırdığını ilk Justus von Leibig isimli bir Alman keşfetti. Ama Leibig ne buluşunun patentini aldı ne de ticari olarak geliştirdi.
Lawes ise Leibig'in önerdiği maddeleri (ezilmiş kemikti bunlar) kendi topraklarında kullanıp olumlu sonuç alınca, 1841'de dünyanın ilk suni gübre fabrikasını kurarak ve çarçabuk zengin oldu.
Lawes'un, Londra'nın kuzeyindeki Hertforshire eyaletinde ailesinden kalan toprakları vardı. Burada bir laboratuvar kurdu ve toprak verimini yapay maddelerle artırmanın başka yöntemlerini de keşfetti.
Aynı yerde dünyanın ilk deneme çiftliğini kurdu. Arazisini iki parsele ayırdı. Birine beyaz şalgam, diğerine buğday ekti. Parselleri 22 parçaya böldü ve her birinde yeni gübre bileşimleri kullandı.
Bu deneyler esnasında azot ve fosfatın faydalarını ortaya çıkardı, ama bir sonuç bunlardan fazla ilgisini çekti: Azot, bitkileri azdırıyordu. Ama, azot kullanan tarlalarda bitki çeşitliliği azalıyordu. Azotla gübrelenmiş parsellerde sadece 3 tür bitki büyürken gübrelenmemiş olanlarda yabani ot, baklagil, vesaire türünden 50 bitki vardı.
Suni gübre verimi artırıyor, ama doğanın çeşitliliğini azaltıyordu.
Lawes başını kaşıyıp yeni bir deneye girişti.
1882'de, arazisinde, üzerinde buğday ürünü bulunan 2,000 metrekarelik bir alanı çitlerle çevirtti ve doğal haline bıraktı.
Buğdaylar yeşerdi, sarardı ve yere döküldü. Bir sene sonra aynı şey oldu, ama artık buğday, toprağa gelen yabani otlar ve sarmaşıklarla rekabet halindeydi. 1886'da sadece üç sap buğday büyüdü. Yabani ot çeşitleri arttı, kır çiçekleri ve yabani orkideler görüldü.
Bir yıl sonra buğday tamamen yok oldu. Tarım başlamadan önce çevrede saltanat süren bitki örtüsü tarlaya yeniden hükümran oldu.
On yıl geçtikten sonra bitki örtüsü daha da zenginleşti. Fındık, alıç, dişbudak, meşe fidanları boy gösterdi.
Tarla, Romalılardan beri buğday arazisi olarak kullanılıyordu. Kendi halinde bırakıldıktan sonra yılların geçişiyle, doğal haline avdet etmeye devam etti ve ormana dönüştü.
1915'te fındık, alıç, dişbudak ve meşeye 10 başka ağaç türü katıldı. 1938'de tarlanın çevresinde söğüt ağaçları belirdi. Daha sonra bunlar yerlerini bektaşi üzümü ve porsuk ağaçlarına bırakmaya başladılar.
Lawes'un başlattığı deney devam ediyor. Ama sonuç çoktan belli: Toprak doğal haline bırakıldığında, kendiliğinden, tarımdan önceki haline avdet eder. Rüzgârın getirdiği, sellerin emanet ettiği, kuşların bıraktığı, hayvan postuna takılıp seyahat eden tohumlar; suların berrak ve temiz aktığı, havanın baldan tatlı koktuğu cenneti geri getirir.
Bunun için yakında hükümet, "Orman vasfını kaybetmiş arazidir, satalım da Hazine'ye para girsin" teranesiyle yeniden karşınıza çıktığında inanmayın. Kandırılıyorsunuz. Nasıl saçı kesilen insan, insan olma vasfını kaybetmezse, ağaçları kesilen, yakılan orman da orman olma vasfını kaybetmez.
Oralarda yapılacak en iyi şey, Lawes'un yaptığı gibi, hiçbir şey yapmamaktır.
NOT: Yarından itibaren bir hafta kadar tatil yapacağım.
Bir örnek vermek istiyorum suni gübre sorununa...
Ukrayna da suni gübrenin ulaşamadığı yerler varmış, orada fakir çiftçilerin yetiştirdikleri birdenbire iki misli kazandırmaya başlamış, çünkü hakiki imişler...Yani doğal gübre ile yetişmiş doğal ürünler... Aslında bu Ukrayna da olan şey amaçlı değildi. Kapitalizmin varamadığı noktalardan biri olduğu için tesadüfen cereyan etti olay...
Türkiye suni gübreden, hormana her türlü kimyasal maddenin tarımda bilinçsizce ve yanlış kullanıldığı bir yer olarak geçiyor yurt dışında. Ben zaten senelerdir kendim de izliyorum Istanbul daki çeşitliliğin azalmasını ;mesela ben bu sene yerli çilek görmedim. Üzümün çeşitleri yok oldu ortadan... Çavuş, yapıncak ve daha başka türlüleri yok muydu bunlarn? İtalya da yetişen bir tür sanki ortalığı zapt etti.
Meyve ve sebzenin o sevimsiz, soğuk Avrupa nın süper market fiyatlarına ulaşmasını ben dehşetle takip ediyorum. Görüntü de aynılaşıyor bazen... Sanki bir ordu düzenleniyormuşcasına tektipleştirilmiş meyve ve sebzeler... Felsefe ile bağdaştırıyorum kafamda bazı şekilleri. Modernite nin tektipleştirme hırsı sanki meyve ve sebzeyi bile vurmuş... Kontrol ve tektipleştirme...
Topraktan ürün aynı boynada ve aynı renkte çıkmaz... Çocukluğunuzdaki domatesleri hatırlayın, hiçbiri birine benziyor muydu?
Şimdi ise hepsi aynı boy nerdeyse... Avrupa daki kadar extrem değil, bunu biliyorum... Ama bu marketteki düzen 'Avrupalı nın doğadan anladığı işte bu!' diye düşündürtmüştür bana hep... Aynı boy ve aynı renkte cahilce bir 'güzellik' anlayışı ile üretilmiş tatsız domatesler... Dışı güzel, içi tatsız... A.B.D. nin bize kakaladığı o berbat muzlar gibi... Ama yine de yiyoruz işte...
Ökolojik Devrim in felsefe ile çok yakın ilişkisi var. Okuyacak şey de çok var, yazacak da... Altta dünkü Milliyet ten bir yazı...
p.s. Bu arada birşey eklemeyi unuttum. Ayrıca çürümüş kemikleri bitkilerden beslenmesi gereken sığırlara yedirmek kötü bir ün yapmış olan protestan İngiliz vahşi kapitalizminin bir fikri idi ve deli dana salgınına sebep oldu.
Milliyet, 2 Eylül 2007, Metin Münir
Lawes'un yaptığı ve yapmadığı
Suni gübrenin babası, John Bennet Lawes adlı bir İngilizdir. Aslında Lawes için suni gübrenin amcası demek belki daha doğru olur. Çünkü, bazı maddeleri toprağa katmanın verimi artırdığını ilk Justus von Leibig isimli bir Alman keşfetti. Ama Leibig ne buluşunun patentini aldı ne de ticari olarak geliştirdi.
Lawes ise Leibig'in önerdiği maddeleri (ezilmiş kemikti bunlar) kendi topraklarında kullanıp olumlu sonuç alınca, 1841'de dünyanın ilk suni gübre fabrikasını kurarak ve çarçabuk zengin oldu.
Lawes'un, Londra'nın kuzeyindeki Hertforshire eyaletinde ailesinden kalan toprakları vardı. Burada bir laboratuvar kurdu ve toprak verimini yapay maddelerle artırmanın başka yöntemlerini de keşfetti.
Aynı yerde dünyanın ilk deneme çiftliğini kurdu. Arazisini iki parsele ayırdı. Birine beyaz şalgam, diğerine buğday ekti. Parselleri 22 parçaya böldü ve her birinde yeni gübre bileşimleri kullandı.
Bu deneyler esnasında azot ve fosfatın faydalarını ortaya çıkardı, ama bir sonuç bunlardan fazla ilgisini çekti: Azot, bitkileri azdırıyordu. Ama, azot kullanan tarlalarda bitki çeşitliliği azalıyordu. Azotla gübrelenmiş parsellerde sadece 3 tür bitki büyürken gübrelenmemiş olanlarda yabani ot, baklagil, vesaire türünden 50 bitki vardı.
Suni gübre verimi artırıyor, ama doğanın çeşitliliğini azaltıyordu.
Lawes başını kaşıyıp yeni bir deneye girişti.
1882'de, arazisinde, üzerinde buğday ürünü bulunan 2,000 metrekarelik bir alanı çitlerle çevirtti ve doğal haline bıraktı.
Buğdaylar yeşerdi, sarardı ve yere döküldü. Bir sene sonra aynı şey oldu, ama artık buğday, toprağa gelen yabani otlar ve sarmaşıklarla rekabet halindeydi. 1886'da sadece üç sap buğday büyüdü. Yabani ot çeşitleri arttı, kır çiçekleri ve yabani orkideler görüldü.
Bir yıl sonra buğday tamamen yok oldu. Tarım başlamadan önce çevrede saltanat süren bitki örtüsü tarlaya yeniden hükümran oldu.
On yıl geçtikten sonra bitki örtüsü daha da zenginleşti. Fındık, alıç, dişbudak, meşe fidanları boy gösterdi.
Tarla, Romalılardan beri buğday arazisi olarak kullanılıyordu. Kendi halinde bırakıldıktan sonra yılların geçişiyle, doğal haline avdet etmeye devam etti ve ormana dönüştü.
1915'te fındık, alıç, dişbudak ve meşeye 10 başka ağaç türü katıldı. 1938'de tarlanın çevresinde söğüt ağaçları belirdi. Daha sonra bunlar yerlerini bektaşi üzümü ve porsuk ağaçlarına bırakmaya başladılar.
Lawes'un başlattığı deney devam ediyor. Ama sonuç çoktan belli: Toprak doğal haline bırakıldığında, kendiliğinden, tarımdan önceki haline avdet eder. Rüzgârın getirdiği, sellerin emanet ettiği, kuşların bıraktığı, hayvan postuna takılıp seyahat eden tohumlar; suların berrak ve temiz aktığı, havanın baldan tatlı koktuğu cenneti geri getirir.
Bunun için yakında hükümet, "Orman vasfını kaybetmiş arazidir, satalım da Hazine'ye para girsin" teranesiyle yeniden karşınıza çıktığında inanmayın. Kandırılıyorsunuz. Nasıl saçı kesilen insan, insan olma vasfını kaybetmezse, ağaçları kesilen, yakılan orman da orman olma vasfını kaybetmez.
Oralarda yapılacak en iyi şey, Lawes'un yaptığı gibi, hiçbir şey yapmamaktır.
NOT: Yarından itibaren bir hafta kadar tatil yapacağım.
2007-07-29
Birgün Gazetesi Eki ve Rousseau
Dün tesadüfen Birgün Gazetesi nin bir ekine rastladım ve pek takdir ettim. Hiç fena değildi.(Yukarıda gazetenin linki var.) Rousseau ve Voltaire üzerine bir yazı vardı, okumadan geçemedim. (Ömer Türkeş in bir yazısı idi)
İnsan bildiği şeyleri okumaktan da garip bir haz alıyor...
Türkiye deki Rousseau resepsiyonu ( yani Rousseau nun Türk okuyucusuna tanıtılması ve Rousseau nun Türk dilindeki algılanışı) hakkında hep yazmak istemişimdir. 'E niye yapmadın?' denebilir. Vakit olmadı ve garip bir mükemmellik ideali beni ayak üstü şeyler yapmaktan hep alıkoydu. Sonunda ama benim aslında
'ayak üstü' yaşamayı sevdiğimi düşünmeye başladım ve mükemmellik idealinden uzak şeyler yapmak istedim. Ayrıca en son yayın tecrübem beni o kadar üzdü ki, 'Bir daha asla!' demek zorunda kaldım. Varsın bir editör okumasın, birisi basmasın yazdıklarımı! Daha iyi bile bazen! Neyse bu kavga konusuna bulaşmadan yazmaya devam edelim.
Birgün gazetesinin ekinde çıkan Voltaire ve Rousseau hakkındaki bir yazıdan bahsediyorduk...
Biz devrimci değiliz ama ben bile bazen 'Tek yol devrim' kıvamına geliyorum bu ülkede kızınca. Aklımdan 'kesin giyotinlik' bir liste geçiyor...:-) Ülkede adam kalmaz bir süre sonra, kesip asmaktan...:-)
Türkiye de en mülayim insan bile radikal olur ! Çünkü haksızlıklar çok fazla.
Bu kötü giriş ile ne demek istiyorum ? Fransız Devrimi nin Batı dışı toplumlar tarafından idealleştirilmesi konusunda ve genel olarak idealleştirilip, estetize edilmesi konusunda çekincelerim var, ama Türkiye deki haksızlıklar ve düzen bozukluğu gerçekten Fransız Devrimi ndeki kadar büyük bir yasadışılığı ve halkın aggresiyonunu nerdeyse ( en azından düşünce bazında) haklı çıkartacak düzeydedir. Devrim yapmaktan daha zor olanı, 'normal' bir düzene geçebilmektir.
Romantik sol olarak gördüğüm devrimci sol için anlayış ve sempati beslemekle birlikte, Türkiye de bir Fransız İhtilali yapmanın imkani olmadığını, yapılsa bile uzun ömürlü olmayacağını düşünüyorum. 'Zaten de yapmak isteyen yok, sana ne oluyor?' denebilir, ama Türkiye gerçekten bazı yaşaması gereken şeyleri yaşamadı, bunu da belirtmek lazım...
Yine aklımdakilerden farklı şeyleri yazdım.
Ömer Türkeş in yazısında Rousseau bence gayet iyi resmedilmiş ama Voltaire konusunda kararsızım... Çünkü Voltaire biliyorsunuz Rousseau ile dalga geçmişti Rousseau nun daha Modernite nin başında insan doğa ilişkisi konusunda yaptığı eleştiriler hakkında. 'Sizi okuduktan sonra dört ayağımın üstünde dolaşmak istedim.' gibi bir eleştirisi vardır Voltaire in Rousseau hakkında ve önemlidir. Çünkü Voltaire daha burjuva bir düşünür idi, Rousseau ise bir dahi idi denebilir. Rousseau gerçekten nerdeyse kendi kendine, sıfırdan başlayarak kariyer yapmış biri idi. İkisinin arasında oldukça fark vardı. Ama ortak tarafları bence hayatlarının sonunda son derece yalnız ve akıl hastaları olarak göçüp gitmeleridir... Bu konudan pek bahsedilmez çünkü kamuoyuna böyle şeyleri anlatmak güçtür. Kahraman olarak kalması gerekenler hakkında bütün detaylar basına sızdırılmaz. (Kennedy nin hastalıkları da mesela Amerikan basınında çıkmazdı.)
Nietzsche ve Van Gogh un hali kendi abartmaları sonucunda açığa çıkmıştır, ama Rousseau ve Voltaire bu ikisinin durumunda olmadıkları için onların hayatlarının sonunda girdikleri bunalımlar pek konu olmaz, ama beni ilgilendiriyor. Niye psikopatoloji beni bu kadar ilgilendiriyor ben de bilmiyorum, ama ilgilendiriyor.
Rousseau nun en sevdiğim sözü: 'L homme qui medite est une animal depravee.' dir.
Aksanlar eksik ve yazı yanlış yazılmış olabilir ama vakit yok daha iyisini yazmak için.
İnsan bildiği şeyleri okumaktan da garip bir haz alıyor...
Türkiye deki Rousseau resepsiyonu ( yani Rousseau nun Türk okuyucusuna tanıtılması ve Rousseau nun Türk dilindeki algılanışı) hakkında hep yazmak istemişimdir. 'E niye yapmadın?' denebilir. Vakit olmadı ve garip bir mükemmellik ideali beni ayak üstü şeyler yapmaktan hep alıkoydu. Sonunda ama benim aslında
'ayak üstü' yaşamayı sevdiğimi düşünmeye başladım ve mükemmellik idealinden uzak şeyler yapmak istedim. Ayrıca en son yayın tecrübem beni o kadar üzdü ki, 'Bir daha asla!' demek zorunda kaldım. Varsın bir editör okumasın, birisi basmasın yazdıklarımı! Daha iyi bile bazen! Neyse bu kavga konusuna bulaşmadan yazmaya devam edelim.
Birgün gazetesinin ekinde çıkan Voltaire ve Rousseau hakkındaki bir yazıdan bahsediyorduk...
Biz devrimci değiliz ama ben bile bazen 'Tek yol devrim' kıvamına geliyorum bu ülkede kızınca. Aklımdan 'kesin giyotinlik' bir liste geçiyor...:-) Ülkede adam kalmaz bir süre sonra, kesip asmaktan...:-)
Türkiye de en mülayim insan bile radikal olur ! Çünkü haksızlıklar çok fazla.
Bu kötü giriş ile ne demek istiyorum ? Fransız Devrimi nin Batı dışı toplumlar tarafından idealleştirilmesi konusunda ve genel olarak idealleştirilip, estetize edilmesi konusunda çekincelerim var, ama Türkiye deki haksızlıklar ve düzen bozukluğu gerçekten Fransız Devrimi ndeki kadar büyük bir yasadışılığı ve halkın aggresiyonunu nerdeyse ( en azından düşünce bazında) haklı çıkartacak düzeydedir. Devrim yapmaktan daha zor olanı, 'normal' bir düzene geçebilmektir.
Romantik sol olarak gördüğüm devrimci sol için anlayış ve sempati beslemekle birlikte, Türkiye de bir Fransız İhtilali yapmanın imkani olmadığını, yapılsa bile uzun ömürlü olmayacağını düşünüyorum. 'Zaten de yapmak isteyen yok, sana ne oluyor?' denebilir, ama Türkiye gerçekten bazı yaşaması gereken şeyleri yaşamadı, bunu da belirtmek lazım...
Yine aklımdakilerden farklı şeyleri yazdım.
Ömer Türkeş in yazısında Rousseau bence gayet iyi resmedilmiş ama Voltaire konusunda kararsızım... Çünkü Voltaire biliyorsunuz Rousseau ile dalga geçmişti Rousseau nun daha Modernite nin başında insan doğa ilişkisi konusunda yaptığı eleştiriler hakkında. 'Sizi okuduktan sonra dört ayağımın üstünde dolaşmak istedim.' gibi bir eleştirisi vardır Voltaire in Rousseau hakkında ve önemlidir. Çünkü Voltaire daha burjuva bir düşünür idi, Rousseau ise bir dahi idi denebilir. Rousseau gerçekten nerdeyse kendi kendine, sıfırdan başlayarak kariyer yapmış biri idi. İkisinin arasında oldukça fark vardı. Ama ortak tarafları bence hayatlarının sonunda son derece yalnız ve akıl hastaları olarak göçüp gitmeleridir... Bu konudan pek bahsedilmez çünkü kamuoyuna böyle şeyleri anlatmak güçtür. Kahraman olarak kalması gerekenler hakkında bütün detaylar basına sızdırılmaz. (Kennedy nin hastalıkları da mesela Amerikan basınında çıkmazdı.)
Nietzsche ve Van Gogh un hali kendi abartmaları sonucunda açığa çıkmıştır, ama Rousseau ve Voltaire bu ikisinin durumunda olmadıkları için onların hayatlarının sonunda girdikleri bunalımlar pek konu olmaz, ama beni ilgilendiriyor. Niye psikopatoloji beni bu kadar ilgilendiriyor ben de bilmiyorum, ama ilgilendiriyor.
Rousseau nun en sevdiğim sözü: 'L homme qui medite est une animal depravee.' dir.
Aksanlar eksik ve yazı yanlış yazılmış olabilir ama vakit yok daha iyisini yazmak için.
2007-07-26
Goethe Roma da

'Goethe in der Campagna' Alman Ressam Tischbein tarafından 1786 1787 yılları arasında yapılmış.
Güzel bir resim bence. Renkler ve Goethe nin resmediliş şekli gözü okşuyor. Ama bu resmin arkasında da oldukça kompleks (karmaşık) bir tarih kesiti, Batı nın ulus devlet kurarken geçirdiği aşamalardan biri ile ilgili izler var.
Yine daha sonra dönmek üzere bu resmi de buraya eklemek istiyorum.
David a Marat

Bu yukarida gördüğünüz resim uzunca bir zaman masamın üstünde durdu. Richard Sennett in 'The Fall of Public Man' kitabının kapağında vardı.
Bence hayret edilecek bir resimdi. Bir kere insanı üzüntüye boğan bir resim olduğu kesin idi. Bir ölünün resmedilmiş olması pek hoş birşey değildi. Aynı zamanda çok da stilize ve estetik bir ölüm idi bu. Resimdeki aranjman tesadüfi olamazdı, her ne kadar doğal görüntüsü verilmeye çalışılmış olsa da...
Jacques Louis David Fransız Devrimi ni de yaşamış olan bir Fransız ressam. Yukarıda verilen link Arjantin den. Google da tesadüfen bulduğum bir link, buraya ekliyorum. Ressamın başka resimleri de var, verdiğim linkte.
Resim bir medya cinayetini görüntülemesi açısından bence ilginç ve medya tarihi ile de ilgisi var. Kısaca özetlersek devrim yanlısı gazeteci Marat ı 24 yasında bir genç kız
öldürüyor. Psikopat bir medya cinayeti aslında...
Ama yine de ayrıntılarına inmek kesinlikle heyacan verici olabilecek ve daha sonraki zamanlar da medya kamuoyu ekseninde daha da sıklıkla görülen obje ve subjenin birbirlerini aslında hiç tanımadığı cinayetler bunlar.
Genç kız Charlotte Corday asil bir aileden buna rağmen o da devrim yanlısı ama Marat ve Robespierre kadar radikal olan grubu 'bütün kötülüklerin anası' olarak görüyor. Kendisi 'burjuva devrimcisi' (tercüme Türkçesi Almanca dan) iken, nişanlısı 'royalist' olarak kalıyor ve devrime karşı savaşıyor. Nişanlısı ve nişanlısının kardeşi öldürüldükten sonra radikalleşiyor. 13 Temmuz 1793 te, bir Cumartesi günü evinde zaten hasta yatan Jean Paul Marat ı öldürmeye karar veriyor. Yine de belki Marat son ana kadar sivri dilli davranmasa ölmeyebilirdi, ama o da muhtemelen ölmek istiyordu.
Genç kız onu evinde göğsünden bıçaklayarak öldürüyor...
Politika adice birşey olduğundan bu ölümün de hemen yine politik bir çerçevede 'değerlendirilmesi' gerektiğinden ünlü ressamdan bir resim yapması isteniyor...
2007-07-11
11 July 1995 Muslim Pogroms in Europe

You have a link above in Wikipedia about the mass murder in Srebrenica in July 1995.
From the link above
'6th-11th of July 1995: the take-over of Srebrenica
The Dutch YPR-765s had to watch out for Serbian tanks in front of them and Bosnian anti-tank missiles behind them. [52]
On July 8, a Dutch YPR-765 armored vehicle took fire from the Serbs and withdrew. A group of Bosniaks demanded that the armored vehicle stay and fight with them. When the Dutch refused, one panicking Bosniak threw a hand grenade on the vehicle, killing soldier Raviv van Rensen.[26]
Serb forces entered the UN Safe Area in July 1995. Late on 9 July 1995, emboldened by early successes and little resistance from largely demilitarized Bosniaks, as well as the absence of any significant reaction from the international community, President Karadžić issued a new order authorising the VRS Drina Corps to capture the town of Srebrenica.[22]''
Sevgili Türkler,
Yukarıda 1995 Srebrenica katliamı ile ilgili bir link var. Biliyorum hiç üstünüze alınmıyorsunuz. 'Üzülürüz tabii ama bizimle ne alakası var?' diyorsunuz. Çünkü hafızasız, uzgörüsüz bir gurühsunuz.
Yahudi katliamları da birden bire olmadı. Bu katliamlar 'geliyorum!' dedi, ama kimse oralı olmadı. Eski Yugoslavya dağılırken gazeteleri gün gün takip ettiyseniz, çok doğru şeyler yazıldığını da görürsünüz bütün manipulativ ve taraflı haberlerin yanısıra... Türkçe basını kastetmiyorum. Onlar kendileri hakkındaki gerçekleri görmek ve yazmaktan aciz insanlar, kaldıki böyle şeyler onların neyine...
Yahudi katliamları yahudilerin aynen şu andaki Türk zenginleri gibi ulusçuluğu geri kafalı bir küçük burjuva buluşu olarak görmelerinden kaynaklandı kısmen... Zengin yahudiler hiçbir zaman ama gerçekten hiçbir zaman o şapkaları, şık bavulları ile geldikleri kamplarda sefil bir şekilde öleceklerini düşünemezlerdi... Tüylerim diken diken oluyor Harun Farocki nin bir belgeselinden bazı sahneleri hatırladıkça... (Mumok ta tesadüfen seyrettiğim)
Çok üzüntü verici ve haksızlık tabii ki, ama bu subjektif bir bakış açısı ile anlaşılabilecek bir olay değil. Yahudilerin ataerkil toplumlarda yaşayıp ataerkil strukturlar ile yönetilen birimler kurmamaları da buna kısmen sebep oldu. Bir kısmı (hepsi değil tabii) kendini yaşadığı toplumdan üstün görüyordu. Muhtemelen gerçekten de üstündüler ama işte bir topluluk kuramazsan kendini savunacak, bu da sorun oluyor.
Musevilik -eğer tektanrılı dinleri bir hikaye olarak düşünürsek- en eskisidir. Bu önemli birşey. Strukturları itibari ile anaerkil çağa öteki iki öğreti den (hiristiyanlık ve islam) daha yakındır zaman olarak... Musevilik zaten en başından toplumsal alanda herkesin eşit olduğuna inanmaz ki, kalkıp islam veya hiristiyanlık gibi uzun soluklu projelere imza atsın. Bir yerde haklıdır da tabii ama yine de... Dünyayı paylaşmak zorunda kaldıkları öteki topluluklar onlardan daha ataerkil çıktı. Onlar genellikle zeka ve bazen gerçekten üstün beceriler ile bütün bunlardan kurtulmayı başardılar, ama kısmen de çok egoist ve paranoyak oldular... Museviler bilerek ve isteyerek bir devlet kurmadılar demek istiyorum. Devlet kavramı fazla ataerkil kaçıyor anaerkil strukturlar üzerine kurulmuş eski ve bir o derece önemli bir öğreti için.
Vermek istediğm mesaj: Ekonomi ile 'herşey' 'hallolmaz.' !!!!! Politika her zaman vardır ve olacaktır. Hakim gruplar nasıl politika yapıyorlarsa siz de o şekilde politika yapmak zorunda kalırsınız, hoşunuza gitse de, gitmese de... Museviler ulusçuluğa inanmıyorlardı ama ulusçu topluluklar onları sildi, süpürdü. 'Üstün' olmaları işe yaramadı, daha beter Alman halkında kin ve öfke yarattı sadece. Muhtemelen Nazilerin 'üstün insan' teorisi yahudilerin kibiri ve görgüsü ile savaşmak için yaratıldı...
***
Ulusçuluk asla Osmanlı nın buluşu olamazdı. Osmanlı daki birlik tahayyüllerine aykırı bir tahayyül idi.
'Fransız İhtilali tarihte bir istisna olmalı idi bir kural değil.' der Richard Rorty. Ben de bu sözü beğenmişimdir ama benim Fransız İhtilali ni yargılamak aklımdan bile geçmez ve geçmezdi. Fransız İhtilali politika yapması gereken sınıfın politika ile uğraşmaktan daha zevkli uğraşlar bulması ile ilgilidir biraz da. Politika aristokratlar için fazla küçük burjuvaca bir iş idi belki, fazla askeri... Taa ki Napolyon gelene kadar.
Almanlar ın bazıları Hitler ile Napolyon u taklit ettiklerini söylerler, Fransızlar ve İngilizler tarafından ezilmemek için...
Avrupa da (ve genellikle her yerde ama Avrupa da daha çok) güçlü organizasyonlar kuramamış topluluklar öteki topluluklar tarafından ezilir veya yok edilirler. Avrupa da 1789 dan itibaren iki politik kimlik vardır; birisi sınıf, ötekisi ulus... İkisini de sevmiyoruz, itiraf edelim... İkisi de bize iğrenç geliyor, çünkü hep birilerinin dışlandığını düşünüp, daha yüksek bir birlik tahayyülü arıyor belki bazıları...
Ama işte öyle olmuyor. Gruplar var ve kendi grubunu kuramayan yolda kalır...
Türkiye de bugün ekonominin politikaya fırsat vermemesi, en ufak bir politik manevra alanı bırakmamış olması, yüzyıllar içerisinde olan birşeydir. Ve siz şimdi ulusal ekonomiyi kurmadan '1. sınıf dünyalı' olacaksınız zannediyorsunuz değil mi ?
Aynen bankalar ve havayolları şirketlerinin dağıttıkları kartlar gibi... O kadar kolay bu işler... Politika kalmadı artık, yaşassın zenginlik! :-)
2007-07-02
Bugünden bu kalsın; Chopin Berceuse

Fryderyk Franciszek Chopin (Frédéric François Chopin auch Fryderyk Franciszek Szopen)
*1810 in Żelazowa Wola, nahe Warschau/Polen[1]; † 17. Oktober 1849 in Paris
Bu gece için tavsiye;
Ninni (Berceuse Des-Dur (1844)
Hayat hikayesinde Varşova, Viyana ve Paris in olması hoşuma gitti. Alttaki alıntı Wikipedia dan
In den Jahren zwischen 1829 und 1831 hielt sich Chopin abwechselnd in Warschau, Wien und in Paris auf. Er gab mehrere Konzerte, denen Publikum wie Fachpresse großes Lob zollten. Die „Allgemeine Musikalische Zeitung“ in Leipzig hob die „ausgezeichnete Zartheit seines Anschlags, eine unbeschreibliche mechanische Fertigkeit, sein vollendetes, der tiefsten Empfindung abgelauschtes Nuancieren“ hervor und bezeichnete ihn als „einen der leuchtendsten Meteoren am musikalischen Horizont“. 1829 war es auch, als Chopin sich in die Konservatoriumsschülerin Konstanze Gladkowska verliebte, er beichtete es seinem Freund Titus. Die verheimlichte Leidenschaft endete für sie, da Vater Nicolas Chopin angesichts der 1830 im damaligen Kongresspolen ausgebrochenen Aufstände gegen die Fremdherrschaft seinem Sohn riet, vorerst im Ausland zu bleiben. Die endgültige Übersiedlung Frédéric Chopins nach Paris erfolgte im Jahr 1831. Der Abschied von seiner Heimat Polen war ihm nicht leicht gefallen.
2007-06-25
2007-06-23
Oyak gitti Ay EN Cİ geldi!
Yukarıda verdiğim linkte ING Bank ın internet sayfası var. 'Yeni efendiler' Oyak Bank tan daha demokratik davranarak sayfalarına bu konu hakkında bir webcast koymuşlar. Seyredin.
Beni ama aşağıda verdiğim Taha Akyol un 'Küresel çağda milliyetçilik' yazısını eleştirmeye iten sadece Oyak ın satışı değil. Yiğit Bulut un Radikal de bir cümlesi vardı bu konu hakkında. Oyak Bank ın satılması önemli bir psikolojik yüktür manasında. O cümleyi şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama bence de öyle.
Aşağıdaki yazı bana bildik zihniyetleri 'deconstruct (parçalarına ayırma) etme imkani verdiği için mutluyum. Kimse kusura bakmasın.
Bir kere 'çağ' kelimesi bu ülkenin zihniyet ufuklarının darlığını tanıyanlar için kulak tırmalıyıcı bir kelimedir. Meşhur cüce ve toparlak başkanımız Özal da 'Çağğğğğ atlatırdı' bu ülkeye. Türk burjuvası 'şehir' de olanlara sonradan katılmaya çalışan biraz kompleksli bir taşralı gibi davrandığından hep 'yakalayacağı' bir 'çağ', 'bir sosyete' olduğunu düşünür Avrupa da. Bu 19.yüzyılda biraz böyle idi. Biz şu anda 21.yüzyılın başındayız.
Yani arada olanları yine kaçırdınız ve hala kendinizi 19.yüzyılda ve biryerlere 'erişiyor' zannediyorsunuz. Ödünç aldığınız kelimeler bugünün gerçeklerini yansıtmıyor. Tarihsel hayal kırıklıkları ve isteklerin karışımı hislerle dokunmuş bu kelimeler.
O zamanki Fransız menşeili pozitivizm denen düşünce akımını kendisine 'uygun' bulmuş olan bürokratlar doğulu bir zihniyetle o anki 'doğru' nun hep geçerli kalacağını düşündüler... Ayrıca asker bürokratlar bir ülkenin kültürel vicdanı ile hesaplaşmasını yapabilecek kişiler değillerdir.Bu onların görevi de olamazdı. Çünkü 'all-in one' bir insan yoktur, bulaşık deterjanı vardır :-) Yani Türkiye nin kültürel dünyası hep biraz kırık, biraz güdük, biraz mahzun, geçmişi ile küs kaldı. Çıkan birçok sorunda bu kültürel hazımsızlığın bir sorunu aslında... Kendini Batı ya karşı kendi dili ve düşüncesi ile ifade edememe sorunu. Kendini başka bir kültürün kelimeleri ile tanımlama durumu. Buna karşı içine kapanmak olmazdı, bu doğru. Ama bence bu konu ile yeterince uğraşılmadı.
Şimdi Taha Bey in kendini içinde gördüğü 'Küresel çağ' ve beni de içerisinde gördüğü 'anti-küreselciler' kavramları Türkiye için bire bir Batı dan kopyalanamaz. Bir kere ben klasik bir anti-küreselci değilim, interneti çok seviyorum. Uçmayı (fazla sık olmadıkça) ve haberleşmeyi seviyorum. Bu 'çağın' nimetlerinden oldukça faydalanmış biriyim ve bu blogla da aslında faydalanmaya devam ediyorum.
Ama işte bu sebeplerden dolayı da Türkiye nin kendi kendini zannetmeye çalıştığı yerde olmadığını biliyorum.
Hindistan zekice davrandı mesela, Çin keza. Çinliler canlarını dişlerine takarak çalışıyorlar devletin zenginliği için. Bizde ise zümreler kendi çıkarları için devleti hortumluyorlar, insanları da uyutuyorlar... Sorun bu.
Milliyetçilik başka bir şey, zayıf gördüğüm devletin temsil etmesi gereken kesimin haklarını bir aydın olarak korumaya çalışmak başka birşey benim için. Doktara tezim zaman olarak 1789 -1989 aralığını baz alıyordu, yani Fransız Devrimi ndan S.S.C.B. nin terkedilişine kadar olan dönemi. Bir savaş oldu ve galip gelenler S.S.C.B. nin coğrafyasından bir kısmını kendi topraklarına geçirdiler.
Türkiye için böyle birşey söz konusu olamaz. Bazı yazarların Türkiye yi Estonya ile karşılaştırmaları benim için anlaşılabilecek birşey değildir.
Yani dünya böyle hep sergilemeye çalıştığınız toz pembe bir barış halinde yaşamıyor.
***
8,3 Milyar dolar dış yatırım 80 Milyonluk bir ülke için azdır aslında eğer gerçekten Avrupa daki kurallarla yapılmakta ise herşey. Yani sermaye büyüme payını getirip, tekrar kendi ülkesinde harcıyorsa. Büyüdükçe daha çok vergi veriyorsa. Aslında ama buna mecbur değil şu anda sermaye. Sermaye istediği yere gider. Ama Türkiye deki insanlar istedikleri yere gidemezler.
'Biz' (ki dolaşmakta serbest olan 'sermaye' % 70 inin pasaportunun olmadığı Türk vatandaşı değil!) dışarı veriyoruz, onlar da içeri getiriyorlar.' bir durum yok ortada. Yani 'biz' komşuya biraz baklava götürüyorsak, komşu da 'bize' getiriyor gibi! Ne var bunda kızacak canım! 'Bu solcular da zaten pek cimridirler, onlar yüzünden fakir kalacaz valla!' gibi değil olay...
Şu anda savaşı kazanan taraf o kadar güçlü ki, daha fazlasını da 'topraklarına' katmak istiyor. Türkiye Huntington un seneler evvel yazdığı gibi bu senaryodaki sorunlu bölge.
Aynı zamanda en çok kazandıran 'casino' lardan biri. Yabancı sermaye kendi bölgesinde bu kadar çok para kazanamayacağı için buraya geliyor.
Herkes biliyor ki gelişmiş, sağlam ekonomilerde, gelişmemiş, stabil olmayanlardaki kadar para kazanılmaz. Avrupa da kim onlara bu faizi verecek ki?
Artı ordaki anti-küreselciler bunun için (yani sermaye yoksul ülkelere gidiyor diye) hop oturup, hop kalkmıyorlar. Tam tersine onlar hangi ülkenin, hangi durumda olduğunu çok iyi biliyorlar. Türkiye bir dosya, masada duruyor. Türkiye deki gelir dağılımını herkes biliyor. Artı bu insanlar hergün sizin görmeye, düşünmeye tahammül edemediğiniz fakir Türkler ile içiçe yaşıyor. Onlar (Avrupalı ların bir kısmı) ne sizin gibi 'liberal', ne de AK partililer gibi 'dindar' olmadıkları için, o Türklerin halini çok iyi anlıyorlar. Ülkelerinden atılmış o insanların ülkedeki bozuk düzenin kurbanı olduğunu çok iyi biliyorlar. Onlar sadaka da vermek istemiyorlar fakir Türklere AKP nin yaptığı gibi. Onların bir kısmı sizden daha vicdanlı aslında. Ama kendi verdikleri vergilerle, aslında Türk devletinin üstüne düşen görevin yapılmasına karşılar, bunda da bence haklılar. Kimse sizin 'kapitalist işadamlarının' 'charity' lerini ciddiye almaz Avrupa da, burda durmadan kendi gazetelerinizde basıp durduğunuz... 'Devlet' sizin zannettiğiniz şey değil Avrupa da.
Küresel çağda milliyetçilik
KAPİTALİST işadamlarımız 2005 sonuna kadar yabancı
ülkelere 8.3 milyar dolar yatırım yapmış! Bu rakam belki
şimdi 10 milyar dolara yaklaşıyordur.
Bu paraları Türkiye'de kazanıyorlar; götürüp yabancı ülkelere
yatırıyorlar!
Bunun için kızıyor musunuz?
Şimdi, aynı madalyonun öbür yüzüne bakalım:
ING Bank da Hollanda'da kazandığı paralardan 2.7 milyar
doları getirip Türkiye'ye yatırıyor!
2006 sonuna kadar Türkiye'ye yatırım için gelen yabancı
sermaye miktarı 20 milyar dolardır! Borsada 'oynayan' sıcak
para hariç!
Onlar da kendi ülkelerinde kazandıkları 20 milyar doları
getirip buraya yatırıyor!
Gelişmiş ülkelerdeki anti küreselciler "Bizim milyarlarca doları
alıp yoksul ülkelere götürüyorsunuz!" diye hop oturup hop
kalkıyor!
Bizdekiler de "Getiriyorsunuz" diye hop oturup hop kalkıyor!
Cumhuriyet gazetesi dün "yabancı işgali" diye manşet atmıştı!
Küresel dinamikler
1937'de Atatürk'ün "Milli itibarımızı gösterir" diye haklı olarak
övündüğü 150 milyon marklık kredi, bugün bir tek Koç, bir
tek Sabancı için bile küçük rakamdır!
Böyle bir dünyada Türklerin burada kazandıkları paralarla
Rusya'da mağaza zinciri, Almanya'da elektronik fabrikası,
Azerbaycan'da banka, Romanya'da tekstil fabrikası kurmaları
ne ise, yabancı sermayenin de Türkiye'ye gelip yatırım
yapması odur!
Sermaye nereyi güvenli ve kârlı buluyorsa oraya yatırım
yapıyor. Yatırıma bizim ihtiyacımız varsa biz de bunun siyasi
ve hukuki iklimini hazırlamalıyız elbette.
Avrupa ve Amerika'da bilgisayar yazılım sektöründe ücretler
çok yüksek olduğu için şirketler bu işlerini Hindistan'da
yaptırıyorlar; saat farkından dolayı, sabahleyin ekranlarında
hazır buluyorlar.
Hindistanlı yazılımcılar bu işten 24 milyar dolar kazanıyor!
Küreselleşmenin basit bir örneği...
Sanayi devrimini kaçırmamızın bize ne büyük facialara mal
olduğunu hatırlayarak çağımızdaki küresel sermaye ve
teknoloji dinamiklerinden yararlanma fırsatını kaçırmamalıyız!
Yarış duygusu
Milliyetçiliği eğer ruhen içe kapanma ve kapalı ekonomi gibi
anlarsak, bu coğrafyada bizim varacağımız yer sadece
yoksulluk olmaz, siyasi istikrarsızlık olur, hatta belki de etnik
iç kavgalar olur! Yaratıcılığı ve sosyal dinamizmi boğan bir
otoriterlik olur! Türkiye büyük zarar görür.
Kızıl Çin'in yılda 50 milyar dolar dış yatırım aldığı bir dünyada
elbette yabancı sermayeyi bizim de çekmemiz ve bizim de
dışarıda yatırım yapma gücüne sahip olmamız lazımdır.
Milli ekonomi mutlaka büyük bir şirket gibi kârlı ve küresel
çalışmalıdır. Aynı zamanda "millet" bir sosyal organizmadır.
Robert B. Reich, "The Works of Nations" adlı eserinde,
küreselleşmeye en açık toplumlarda bile "milli aidiyet"
duygusunun, "vatanseverliğin" yapıcı rolünü ve krizlerden
çıkmadaki büyük katkısını anlatır.
Küreselleşmiş şirketlerimiz Türk kültürü için de kazançtır.
Türk kültürünü, Osmanlı medeniyetini, modern Türkiye'yi
tanıtmak için dünya başkentlerinde sergiler ve paneller
düzenleyenler, kürsüleri finanse edenler onlardır! Dünya
piyasalarında kâr için, dünya kültür arenalarında milli
kültürümüz için rekabet dürtüsü!
Çağımızda doğru milliyetçilik bu yarış duygusudur; insanlık
ailesi içinde, ekonomik ve kültürel yarış duygusu...
Beni ama aşağıda verdiğim Taha Akyol un 'Küresel çağda milliyetçilik' yazısını eleştirmeye iten sadece Oyak ın satışı değil. Yiğit Bulut un Radikal de bir cümlesi vardı bu konu hakkında. Oyak Bank ın satılması önemli bir psikolojik yüktür manasında. O cümleyi şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama bence de öyle.
Aşağıdaki yazı bana bildik zihniyetleri 'deconstruct (parçalarına ayırma) etme imkani verdiği için mutluyum. Kimse kusura bakmasın.
Bir kere 'çağ' kelimesi bu ülkenin zihniyet ufuklarının darlığını tanıyanlar için kulak tırmalıyıcı bir kelimedir. Meşhur cüce ve toparlak başkanımız Özal da 'Çağğğğğ atlatırdı' bu ülkeye. Türk burjuvası 'şehir' de olanlara sonradan katılmaya çalışan biraz kompleksli bir taşralı gibi davrandığından hep 'yakalayacağı' bir 'çağ', 'bir sosyete' olduğunu düşünür Avrupa da. Bu 19.yüzyılda biraz böyle idi. Biz şu anda 21.yüzyılın başındayız.
Yani arada olanları yine kaçırdınız ve hala kendinizi 19.yüzyılda ve biryerlere 'erişiyor' zannediyorsunuz. Ödünç aldığınız kelimeler bugünün gerçeklerini yansıtmıyor. Tarihsel hayal kırıklıkları ve isteklerin karışımı hislerle dokunmuş bu kelimeler.
O zamanki Fransız menşeili pozitivizm denen düşünce akımını kendisine 'uygun' bulmuş olan bürokratlar doğulu bir zihniyetle o anki 'doğru' nun hep geçerli kalacağını düşündüler... Ayrıca asker bürokratlar bir ülkenin kültürel vicdanı ile hesaplaşmasını yapabilecek kişiler değillerdir.Bu onların görevi de olamazdı. Çünkü 'all-in one' bir insan yoktur, bulaşık deterjanı vardır :-) Yani Türkiye nin kültürel dünyası hep biraz kırık, biraz güdük, biraz mahzun, geçmişi ile küs kaldı. Çıkan birçok sorunda bu kültürel hazımsızlığın bir sorunu aslında... Kendini Batı ya karşı kendi dili ve düşüncesi ile ifade edememe sorunu. Kendini başka bir kültürün kelimeleri ile tanımlama durumu. Buna karşı içine kapanmak olmazdı, bu doğru. Ama bence bu konu ile yeterince uğraşılmadı.
Şimdi Taha Bey in kendini içinde gördüğü 'Küresel çağ' ve beni de içerisinde gördüğü 'anti-küreselciler' kavramları Türkiye için bire bir Batı dan kopyalanamaz. Bir kere ben klasik bir anti-küreselci değilim, interneti çok seviyorum. Uçmayı (fazla sık olmadıkça) ve haberleşmeyi seviyorum. Bu 'çağın' nimetlerinden oldukça faydalanmış biriyim ve bu blogla da aslında faydalanmaya devam ediyorum.
Ama işte bu sebeplerden dolayı da Türkiye nin kendi kendini zannetmeye çalıştığı yerde olmadığını biliyorum.
Hindistan zekice davrandı mesela, Çin keza. Çinliler canlarını dişlerine takarak çalışıyorlar devletin zenginliği için. Bizde ise zümreler kendi çıkarları için devleti hortumluyorlar, insanları da uyutuyorlar... Sorun bu.
Milliyetçilik başka bir şey, zayıf gördüğüm devletin temsil etmesi gereken kesimin haklarını bir aydın olarak korumaya çalışmak başka birşey benim için. Doktara tezim zaman olarak 1789 -1989 aralığını baz alıyordu, yani Fransız Devrimi ndan S.S.C.B. nin terkedilişine kadar olan dönemi. Bir savaş oldu ve galip gelenler S.S.C.B. nin coğrafyasından bir kısmını kendi topraklarına geçirdiler.
Türkiye için böyle birşey söz konusu olamaz. Bazı yazarların Türkiye yi Estonya ile karşılaştırmaları benim için anlaşılabilecek birşey değildir.
Yani dünya böyle hep sergilemeye çalıştığınız toz pembe bir barış halinde yaşamıyor.
***
8,3 Milyar dolar dış yatırım 80 Milyonluk bir ülke için azdır aslında eğer gerçekten Avrupa daki kurallarla yapılmakta ise herşey. Yani sermaye büyüme payını getirip, tekrar kendi ülkesinde harcıyorsa. Büyüdükçe daha çok vergi veriyorsa. Aslında ama buna mecbur değil şu anda sermaye. Sermaye istediği yere gider. Ama Türkiye deki insanlar istedikleri yere gidemezler.
'Biz' (ki dolaşmakta serbest olan 'sermaye' % 70 inin pasaportunun olmadığı Türk vatandaşı değil!) dışarı veriyoruz, onlar da içeri getiriyorlar.' bir durum yok ortada. Yani 'biz' komşuya biraz baklava götürüyorsak, komşu da 'bize' getiriyor gibi! Ne var bunda kızacak canım! 'Bu solcular da zaten pek cimridirler, onlar yüzünden fakir kalacaz valla!' gibi değil olay...
Şu anda savaşı kazanan taraf o kadar güçlü ki, daha fazlasını da 'topraklarına' katmak istiyor. Türkiye Huntington un seneler evvel yazdığı gibi bu senaryodaki sorunlu bölge.
Aynı zamanda en çok kazandıran 'casino' lardan biri. Yabancı sermaye kendi bölgesinde bu kadar çok para kazanamayacağı için buraya geliyor.
Herkes biliyor ki gelişmiş, sağlam ekonomilerde, gelişmemiş, stabil olmayanlardaki kadar para kazanılmaz. Avrupa da kim onlara bu faizi verecek ki?
Artı ordaki anti-küreselciler bunun için (yani sermaye yoksul ülkelere gidiyor diye) hop oturup, hop kalkmıyorlar. Tam tersine onlar hangi ülkenin, hangi durumda olduğunu çok iyi biliyorlar. Türkiye bir dosya, masada duruyor. Türkiye deki gelir dağılımını herkes biliyor. Artı bu insanlar hergün sizin görmeye, düşünmeye tahammül edemediğiniz fakir Türkler ile içiçe yaşıyor. Onlar (Avrupalı ların bir kısmı) ne sizin gibi 'liberal', ne de AK partililer gibi 'dindar' olmadıkları için, o Türklerin halini çok iyi anlıyorlar. Ülkelerinden atılmış o insanların ülkedeki bozuk düzenin kurbanı olduğunu çok iyi biliyorlar. Onlar sadaka da vermek istemiyorlar fakir Türklere AKP nin yaptığı gibi. Onların bir kısmı sizden daha vicdanlı aslında. Ama kendi verdikleri vergilerle, aslında Türk devletinin üstüne düşen görevin yapılmasına karşılar, bunda da bence haklılar. Kimse sizin 'kapitalist işadamlarının' 'charity' lerini ciddiye almaz Avrupa da, burda durmadan kendi gazetelerinizde basıp durduğunuz... 'Devlet' sizin zannettiğiniz şey değil Avrupa da.
Küresel çağda milliyetçilik
KAPİTALİST işadamlarımız 2005 sonuna kadar yabancı
ülkelere 8.3 milyar dolar yatırım yapmış! Bu rakam belki
şimdi 10 milyar dolara yaklaşıyordur.
Bu paraları Türkiye'de kazanıyorlar; götürüp yabancı ülkelere
yatırıyorlar!
Bunun için kızıyor musunuz?
Şimdi, aynı madalyonun öbür yüzüne bakalım:
ING Bank da Hollanda'da kazandığı paralardan 2.7 milyar
doları getirip Türkiye'ye yatırıyor!
2006 sonuna kadar Türkiye'ye yatırım için gelen yabancı
sermaye miktarı 20 milyar dolardır! Borsada 'oynayan' sıcak
para hariç!
Onlar da kendi ülkelerinde kazandıkları 20 milyar doları
getirip buraya yatırıyor!
Gelişmiş ülkelerdeki anti küreselciler "Bizim milyarlarca doları
alıp yoksul ülkelere götürüyorsunuz!" diye hop oturup hop
kalkıyor!
Bizdekiler de "Getiriyorsunuz" diye hop oturup hop kalkıyor!
Cumhuriyet gazetesi dün "yabancı işgali" diye manşet atmıştı!
Küresel dinamikler
1937'de Atatürk'ün "Milli itibarımızı gösterir" diye haklı olarak
övündüğü 150 milyon marklık kredi, bugün bir tek Koç, bir
tek Sabancı için bile küçük rakamdır!
Böyle bir dünyada Türklerin burada kazandıkları paralarla
Rusya'da mağaza zinciri, Almanya'da elektronik fabrikası,
Azerbaycan'da banka, Romanya'da tekstil fabrikası kurmaları
ne ise, yabancı sermayenin de Türkiye'ye gelip yatırım
yapması odur!
Sermaye nereyi güvenli ve kârlı buluyorsa oraya yatırım
yapıyor. Yatırıma bizim ihtiyacımız varsa biz de bunun siyasi
ve hukuki iklimini hazırlamalıyız elbette.
Avrupa ve Amerika'da bilgisayar yazılım sektöründe ücretler
çok yüksek olduğu için şirketler bu işlerini Hindistan'da
yaptırıyorlar; saat farkından dolayı, sabahleyin ekranlarında
hazır buluyorlar.
Hindistanlı yazılımcılar bu işten 24 milyar dolar kazanıyor!
Küreselleşmenin basit bir örneği...
Sanayi devrimini kaçırmamızın bize ne büyük facialara mal
olduğunu hatırlayarak çağımızdaki küresel sermaye ve
teknoloji dinamiklerinden yararlanma fırsatını kaçırmamalıyız!
Yarış duygusu
Milliyetçiliği eğer ruhen içe kapanma ve kapalı ekonomi gibi
anlarsak, bu coğrafyada bizim varacağımız yer sadece
yoksulluk olmaz, siyasi istikrarsızlık olur, hatta belki de etnik
iç kavgalar olur! Yaratıcılığı ve sosyal dinamizmi boğan bir
otoriterlik olur! Türkiye büyük zarar görür.
Kızıl Çin'in yılda 50 milyar dolar dış yatırım aldığı bir dünyada
elbette yabancı sermayeyi bizim de çekmemiz ve bizim de
dışarıda yatırım yapma gücüne sahip olmamız lazımdır.
Milli ekonomi mutlaka büyük bir şirket gibi kârlı ve küresel
çalışmalıdır. Aynı zamanda "millet" bir sosyal organizmadır.
Robert B. Reich, "The Works of Nations" adlı eserinde,
küreselleşmeye en açık toplumlarda bile "milli aidiyet"
duygusunun, "vatanseverliğin" yapıcı rolünü ve krizlerden
çıkmadaki büyük katkısını anlatır.
Küreselleşmiş şirketlerimiz Türk kültürü için de kazançtır.
Türk kültürünü, Osmanlı medeniyetini, modern Türkiye'yi
tanıtmak için dünya başkentlerinde sergiler ve paneller
düzenleyenler, kürsüleri finanse edenler onlardır! Dünya
piyasalarında kâr için, dünya kültür arenalarında milli
kültürümüz için rekabet dürtüsü!
Çağımızda doğru milliyetçilik bu yarış duygusudur; insanlık
ailesi içinde, ekonomik ve kültürel yarış duygusu...
2007-06-15
Kelimeler ve Şeyler 1
Okuan Kitap: Kelimeler ve Şeyler. İnsan Bilimlerinin bir Arkeolojisi
Michel Foucault Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
Istanbul: İmge, 2006
S 480
'İnsan bilimlerinin kat ettikleri epistemolojik alan önceden hükmedilmemiştir:hiçbir felsefe, hiçbir siyasal veya ahlaki tercih, hiçbir ampirik (=tecrübeye dayalı,b.) bilim, insan bedenine yönelik hiçbir gözlem, hiçbir duyu, hayal gücü veya tutku çözümlemesi, 17. ve 18.yüzyıllarda hiçbir zaman insan gibi bir şeye rastlamamıştır;....'
'Çözülemeyen bazı bilimsel sorular' gerekli 'paradigm shift' i zorlamışlardır. Bu da hiç kolay olmamıştır.
'İnsan bilimlerinin her birinin ortaya çıkışının, bir sorun, bir talep, teorik veya teknik cinsten bir engel vesilesiyle olduğunda kuşku yoktur; psikolojinin 19.yüzyılda bilim olarak yavaş yavaş kurulabilmesi için,....'
Michel Foucault Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
Istanbul: İmge, 2006
S 480
'İnsan bilimlerinin kat ettikleri epistemolojik alan önceden hükmedilmemiştir:hiçbir felsefe, hiçbir siyasal veya ahlaki tercih, hiçbir ampirik (=tecrübeye dayalı,b.) bilim, insan bedenine yönelik hiçbir gözlem, hiçbir duyu, hayal gücü veya tutku çözümlemesi, 17. ve 18.yüzyıllarda hiçbir zaman insan gibi bir şeye rastlamamıştır;....'
'Çözülemeyen bazı bilimsel sorular' gerekli 'paradigm shift' i zorlamışlardır. Bu da hiç kolay olmamıştır.
'İnsan bilimlerinin her birinin ortaya çıkışının, bir sorun, bir talep, teorik veya teknik cinsten bir engel vesilesiyle olduğunda kuşku yoktur; psikolojinin 19.yüzyılda bilim olarak yavaş yavaş kurulabilmesi için,....'
2007-06-14
Ockham 1288 - 1348
Ockham 14.yüzyıl filozoflarndan ve dinin bütün baskısına ve kendi dindarlığına rağmen inanç ve bilgiyi ayırmaya çalışan insanlardan. İkisinin de hayrı için muhtemelen..
Benim için önemli olan tarafı nominalizmin öncüsü olması ve düşünme sanatını dinin baskısından yavaş yavaş kurtarmaya çalışması...
Bu dinin 'per se' kötü ve geri birşey olduğunu göstermez, yani pozitivizm saçmalığına girmek de yanlıştır. Çünkü bilgi, bilim 'linear' ilerlemez.
Maalesef insanlar duygusal ihtiyaçları ile bilimi birbirlerine karıştırıyorlar... Dinde duygusal tatmin arayan çoktur ve bu doğaldır. Ama düşüncenin bütün bunlarla ilgisi yok. Yani pozitivizm de tamamen dinin strukturları üzerine kurulmuştur. Aklı karışmış tektanrılı çocuğa (ki bu standard değil sadece evolusyonda bir tuhaflıktır) veya ruhsal dengesi bozulmuş 19.yy burjuva erkeğine bir tür ruhsal yardımdır pozitivizm.
John Gray in pozitivizm ve katolizmle ilgili güzel bir kitabı vardı...Bulup buraya ekleyeceğim.
Pozitivizm ve din ilişkisi üzerine yazan yazarlar:
John Gray
Bernard Ple
Ayrıca:
Ama pozitivizmin güzel bir özeleştirisi benim kastettiğim manada olmasa da, Foucault nun 'Kelimeler ve Şeyler' kitabında var.
Benim için önemli olan tarafı nominalizmin öncüsü olması ve düşünme sanatını dinin baskısından yavaş yavaş kurtarmaya çalışması...
Bu dinin 'per se' kötü ve geri birşey olduğunu göstermez, yani pozitivizm saçmalığına girmek de yanlıştır. Çünkü bilgi, bilim 'linear' ilerlemez.
Maalesef insanlar duygusal ihtiyaçları ile bilimi birbirlerine karıştırıyorlar... Dinde duygusal tatmin arayan çoktur ve bu doğaldır. Ama düşüncenin bütün bunlarla ilgisi yok. Yani pozitivizm de tamamen dinin strukturları üzerine kurulmuştur. Aklı karışmış tektanrılı çocuğa (ki bu standard değil sadece evolusyonda bir tuhaflıktır) veya ruhsal dengesi bozulmuş 19.yy burjuva erkeğine bir tür ruhsal yardımdır pozitivizm.
John Gray in pozitivizm ve katolizmle ilgili güzel bir kitabı vardı...Bulup buraya ekleyeceğim.
Pozitivizm ve din ilişkisi üzerine yazan yazarlar:
John Gray
Bernard Ple
Ayrıca:
Ama pozitivizmin güzel bir özeleştirisi benim kastettiğim manada olmasa da, Foucault nun 'Kelimeler ve Şeyler' kitabında var.
2007-06-12
Philip Paracelsus 1493 - 1541
Modern Zamanlar ın öncüsü denebilecek yüzyıllar 16. ve 17.yüzyıllar. Philip von Hohenheim İsviçreli bir doktor. Kendi kendine bir uydurma isim veriyor; 'Paracelsus' diye. Doğudan aldıklarını eski Batılı olarak pazarlamak için yapılmış birşey muhtemelen... :-)
İsviçre liler ama bu konuda dürüstler en azından. Yani neyin nerden geldiğini saklamıyorlar. Tabii bilim adamları bunu biliyor ama bir kısım halk bunu bilmiyor.
İsviçre liler ama bu konuda dürüstler en azından. Yani neyin nerden geldiğini saklamıyorlar. Tabii bilim adamları bunu biliyor ama bir kısım halk bunu bilmiyor.
2007-06-08
J J Grandville 1803 1847
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)