Bugün 3 Ağustos 2010. Öğle ezanı okunuyor. Güneşin en yukarıda olduğu an bir günde...
Aslında sabahtan bu yana çalışıp, şimdi çalışmayı bırakmak lazım...Bunları yazmayacaktım ama ezan aynı zamanda dikkatimi dağıtıyor, konsantrasyonumu bozuyor...
Dün yoga ile ilgili şeyler okudum. Enteresandı...Her gün yazmıyorum, ama aslında her gün yazmak daha iyi...Yazacak birşey olmasa bile her gün yazmak daha iyi...Çünkü yazının zihni temizleme foksiyonu var bence...Temizlenmeyen zihin çalışamıyor bir süre sonra...
Sonra bilincin gerçekten çok ilginç halleri var...Bilinç gerçekten halden hale girebilen birşey...
Arada neler okudum?
Arthur Köstler in hayatını okudum. Çok ilginçti. Fazla okuyup, az yazıyorum...Tam da düşündüğüm şeylerle ilgili idi kısmen...O da intihar edenlerden hayatının sonunda...Ben intiharı doğru bulmuyorum, ama bu demek değil ki, bilinç insanı sessizce oraya götürmesin...Götürmemesi lazım...
Ama bilemezsin ki...Ötenazi ye karşıyım, organ nakline de!!!! Vucüt bir bütündür, modern recycling maddesi değil!!!!!! Eski Mısır da bile kölelerin vucüduna daha fazla saygı vardı şimdikinden...
Bunları yazmayacaktım aslında...Ama işte yine ben bilincimi değil, bilinç beni yönlendirdi...Ama karşı değilim buna...Hakimiyet duygusundan nefret eder oldum...
Bubi bir sanatçı. Eserleri aklıma nedense Freud u, Alzheimer i ve annemi getiriyor...Ama onları güzel buluyorum...Bunun da buraya yazılması lazımdı...
Güneş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güneş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2010-08-03
2008-05-13
2007-11-29
De Revolutionibus Orbium Celestium 1543

Kitap İskenderiye li Ptolemeus un 'Almagest' inden sonra Batı nın gökyüzü hakkında en fazla bilgiye sahip olduğu kitap. Nürnberg te 1543 yılında, yani yazarı Kopernik in öldüğü sırada yayınlıyor.
Kopernik muhtemelen başına gelebilecekleri tahmin ediyor ve kitabı hayatta iken yayınlamıyor.
1576 da Giordano Bruno aynı fikirlerden dolayı 'sapkınlık' ile suçlanıyor, bu da ne boş bir laf, Allahım... Bruno Aristoteles i eleştiriyor ve Kopernik in fikirlerini savunuyor... Bunun üzerine engizisyon mahkemesi kendinde
Bruno yu yargılamak için hak görüyor. Hep dogma arayışı içerisinde güç peşinde koşan ödipal erkekler görüyoruz sahnede... 'Bir doğru var ve ona uyulduğunda herşey harika olacak.'...Ne boş bir inanış... Sıfır esneklik. Halbuki Avrupa İncil i de, Tevrat ı da, hatta Aristoteles in yazılarını da Doğu dan ithal etti. Onlara ama kendi toplum yapısallarında başka yükler, anlamlar yükledi...
1600 yılında diri diri yakılıyor Giordano Bruno Roma Engizisyonu tarafından, Venedik onu oraya vermiş...
Galilei, Yıldızların Habercisi nden...
***
Bilgi niye bazıları için 'güç', niye bazıları için son derece korkunç bir son bir kader olabiliyor ? İlginç değil mi?
2007-10-01
Galileo Galilei 1564 1642
Eylül ün kitapları arasında Yapı Kredi Yayınları ndan çıkmış ince bir kitap vardı.
'Galilei, Yıldızların Habercisi', Jean Pierre Maury
Galilei Galileo nun hayatı tam ibret alınacak şeyler sunuyor. Din, politika ve bilimin özerk alanlar olması gerekliliğinin bir kere daha altını çiziyor. Ama oluyor mu, o tabii başka bir soru...
İslam maalesef hala taş çağından çıkamadı. İnsanların cahilliklerinin bunda payı büyük. Türkiye de yaşanan birçok güncel olay da insanların ne kadar cahil olduğunu gösteriyor. Yani cahil insanın dini veya dinsizliği anlama kapasitesi kendine göre olacaktır... Ama tabii en önemli faktör libido bence... Ben evrime inanıyorum, darwinist veya tamamen pozitivist bir şekilde olmasa da, evrim var... Filogenetik ve ontogenetik diye tabirler vardır Freud un kullandığı bireyin ve toplumların kaydettikleri psikolojik aşamaları belirtmek için. Freud un bakış açısından bakıldığında insan kendi haline bırakıldığında düşünceleri ya şiddet, ya da cinsellik üzerine yoğunlaşacaktır denebilir... (Tabii Freud doğrudan böyle birşey söylemedi ama eserinden böyle basit bir çıkarım yapılabilir bir Gedankenexperiment olarak...) Yine bu çıkarımdan yola çıkarak bir toplum ne kadar cahilse cinsellik ve şiddet olmaması gerektiği kadar ön planda olacaktır denebilir. İşte islami birçok toplum da bu görüntüyü maalesef arz ediyor.
Ne zaman ki insanın bilinci bu ikisinden arınır (ki tabii ki tam arınma söz konusu olamaz ama dereceleri var...), ancak o zaman bilim ile uğraşılabilir. Ama yine de niceliğin nitelik yarattığını ve bu dediğim şeylerin göreceli kavramlar olduğunu unutmamak gerekir...
Kilise nin yanıldığı noktalardan bir tanesi kutsal metinlerde, birbirleriyle ilgisi olmayan şeyleri biraraya getirmekti.Ve tabii bütün yoz din adamları gibi kendilerini düşünüyorlardı, ne dini, ne de bilimi. (Burdaki din üzerinden yiyiciler gibi...) Farklılaşma yeterince ilerlememişti. İnsan üzerinde hakimiyet ile bilginin örtüşmesi gerekiyordu...('Bilgi güçtür.' Francis Bacon in ünlü sözü bence bu yozlaşmanın izlerini taşır. Küçük adam hep bilgi ile birşey yapmak ister...) Bu yüzden Galilei nin başına çorap örülmeye çalışıldı. Halbuki bilgi kendisi için yapılan birşey olmalıydı.
Laik olmayan toplumlarda Galilei nin başına gelenlerin yaşanması tuhaf karşılanamaz... O zaman ki Avrupa yeterince laik değildi... Ayrıca Vatikan gibi bir teokratik politik birime ev sahipliği yapan İtalya nın tam anlamı ile laik olması beklenemezdi.
Vatikan dünyanın güneş etrafında döndüğünü 1822 yılında kabul ediyor. Yani 19.yy ın başında...
Ama bilgi, iktidar ve inanç üçlüsünün arasındaki problemler her zaman, her yerde değişik şekillerde gözlenebilir... Tabii ki bir toplumun sosyal strukturları ne kadar basitse (ki Türkiye öyle) bu üçünün bir araya gelme ihtimali veya bunları bir elde toplama isteği yükselir. Bu cehaletle ilgili birşey.
'Galilei, Yıldızların Habercisi', Jean Pierre Maury
Galilei Galileo nun hayatı tam ibret alınacak şeyler sunuyor. Din, politika ve bilimin özerk alanlar olması gerekliliğinin bir kere daha altını çiziyor. Ama oluyor mu, o tabii başka bir soru...
İslam maalesef hala taş çağından çıkamadı. İnsanların cahilliklerinin bunda payı büyük. Türkiye de yaşanan birçok güncel olay da insanların ne kadar cahil olduğunu gösteriyor. Yani cahil insanın dini veya dinsizliği anlama kapasitesi kendine göre olacaktır... Ama tabii en önemli faktör libido bence... Ben evrime inanıyorum, darwinist veya tamamen pozitivist bir şekilde olmasa da, evrim var... Filogenetik ve ontogenetik diye tabirler vardır Freud un kullandığı bireyin ve toplumların kaydettikleri psikolojik aşamaları belirtmek için. Freud un bakış açısından bakıldığında insan kendi haline bırakıldığında düşünceleri ya şiddet, ya da cinsellik üzerine yoğunlaşacaktır denebilir... (Tabii Freud doğrudan böyle birşey söylemedi ama eserinden böyle basit bir çıkarım yapılabilir bir Gedankenexperiment olarak...) Yine bu çıkarımdan yola çıkarak bir toplum ne kadar cahilse cinsellik ve şiddet olmaması gerektiği kadar ön planda olacaktır denebilir. İşte islami birçok toplum da bu görüntüyü maalesef arz ediyor.
Ne zaman ki insanın bilinci bu ikisinden arınır (ki tabii ki tam arınma söz konusu olamaz ama dereceleri var...), ancak o zaman bilim ile uğraşılabilir. Ama yine de niceliğin nitelik yarattığını ve bu dediğim şeylerin göreceli kavramlar olduğunu unutmamak gerekir...
Kilise nin yanıldığı noktalardan bir tanesi kutsal metinlerde, birbirleriyle ilgisi olmayan şeyleri biraraya getirmekti.Ve tabii bütün yoz din adamları gibi kendilerini düşünüyorlardı, ne dini, ne de bilimi. (Burdaki din üzerinden yiyiciler gibi...) Farklılaşma yeterince ilerlememişti. İnsan üzerinde hakimiyet ile bilginin örtüşmesi gerekiyordu...('Bilgi güçtür.' Francis Bacon in ünlü sözü bence bu yozlaşmanın izlerini taşır. Küçük adam hep bilgi ile birşey yapmak ister...) Bu yüzden Galilei nin başına çorap örülmeye çalışıldı. Halbuki bilgi kendisi için yapılan birşey olmalıydı.
Laik olmayan toplumlarda Galilei nin başına gelenlerin yaşanması tuhaf karşılanamaz... O zaman ki Avrupa yeterince laik değildi... Ayrıca Vatikan gibi bir teokratik politik birime ev sahipliği yapan İtalya nın tam anlamı ile laik olması beklenemezdi.
Vatikan dünyanın güneş etrafında döndüğünü 1822 yılında kabul ediyor. Yani 19.yy ın başında...
Ama bilgi, iktidar ve inanç üçlüsünün arasındaki problemler her zaman, her yerde değişik şekillerde gözlenebilir... Tabii ki bir toplumun sosyal strukturları ne kadar basitse (ki Türkiye öyle) bu üçünün bir araya gelme ihtimali veya bunları bir elde toplama isteği yükselir. Bu cehaletle ilgili birşey.
2007-09-03
Güneş
Bir süredir güneş ve ay ile özellikle ilgileniyorum. Çünkü onlar da gündelik hayatın içerisinde unutuluyor. Bir tutam doğa olarak bizimle yaşamaya devam ediyorlar.
Kuran da güneş diye bir süre var. Çok merak ediyorum Türkiye de kaç kişi bunu biliyor. Kuran Türkçe ye tam olarak çevrilmedi hala bence. Artı Türkiye de tanınmıyor. Evet, bunu iddia ediyorum, ne derseniz deyin. Hep yanlış bakış açıları yüzünden böyle oldu. Karıncalar Vadisi, Bal Arısı, Güneş, Ay, Yıldızlar diye okusaydık kuranı zihnimizde ne kadar farklı titreşimler olacakti... Ne kadar güzel titreşimler...
91.Bölüm; Güneş
1.
Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,
2.
Onu izlediğinde Ay’a andolsun,
3.
Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,
4.
Onu bürüdüğünde geceye andolsun,
5.
Göğe ve onu bina edene andolsun,
6.
Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,
7,8,9.
Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.
10.
Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.
11.
Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı.
12.
Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı.
13.
Allah’ın Resülü de onlara şöyle demişti: “Allah’ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun.”3
14.
Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve kendilerini yerle bir etti.
15.
Allah, bunun sonucundan çekinmez de!
Kuran da güneş diye bir süre var. Çok merak ediyorum Türkiye de kaç kişi bunu biliyor. Kuran Türkçe ye tam olarak çevrilmedi hala bence. Artı Türkiye de tanınmıyor. Evet, bunu iddia ediyorum, ne derseniz deyin. Hep yanlış bakış açıları yüzünden böyle oldu. Karıncalar Vadisi, Bal Arısı, Güneş, Ay, Yıldızlar diye okusaydık kuranı zihnimizde ne kadar farklı titreşimler olacakti... Ne kadar güzel titreşimler...
91.Bölüm; Güneş
1.
Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,
2.
Onu izlediğinde Ay’a andolsun,
3.
Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,
4.
Onu bürüdüğünde geceye andolsun,
5.
Göğe ve onu bina edene andolsun,
6.
Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,
7,8,9.
Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.
10.
Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.
11.
Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı.
12.
Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı.
13.
Allah’ın Resülü de onlara şöyle demişti: “Allah’ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun.”3
14.
Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve kendilerini yerle bir etti.
15.
Allah, bunun sonucundan çekinmez de!
2007-09-01
Karışık
Bugün 1 Eylül 2007 Cumartesi idi. Güneş yine ayı geçti. Ay takvimine göre hala Şaban, yani 8. aydayız. Güneşe göre şimdi 9.aydayız.
***
Bu aşağıdaki yazıyı yazıldığı gün değil daha sonra okudum ve pek beğendim. İnsan Türkiye ye geldi mi, otomatikman ufku daralıyor. Sanki dünyada bir tek Türkiye varmış gibi bir bakış açısı geliyor insanın üstüne...
Boş şeylerle bilerek vakit geçiriyor, geçirtiyor medya... Neyse yine boş konuşmayalım, aşağıdaki yazıyı veriyorum...
Ece Temelkuran, 29 Agustos 2007
Hepimiz meczubuz!
Bugün gazetelerde cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili pek tabiidir ki manşetler, haberler ve buna bağlı olarak köşe yazıları okuyacaksınız. Bu yazı bu meseleyle başka bir tarafından ilgili olacağı gibi cumhurbaşkanı seçimi henüz başlamadığı saatlerde yazılmıştır. Son derece bilinçli olarak... Çünkü...
Bu toprakta doğmuş insanlar olarak bizler için geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki tek bağlantı telaşla atılmış dev bir adım gibi geliyor bana bazen.
An'ın uçurumu
Özellikle son aylarda gözlüyor ve düşünüyorum bunu. Şöyle:
Sanki geçmiş ayağımızın altından derin bir uçuruma kaymakta olan toprak ve biz onunla birlikte kayıp uçurumda kaybolmamak için bir sonraki güne atlıyoruz telaşla. Bunu hiç durmadan ve dinlenmeden yapmak zorundayız üstelik. Çünkü üzerine güç bela tek ayağımızla atlayıp bastığımız bugün de bir gün içinde dün oluyor ve o da uçuruma kayıp gidiyor.
Biz dün ne yaptığımıza bakacak durumda değiliz çünkü durursak kayan dün ile birlikte uçuruma düşeceğiz, biliyoruz, öyle zannediyoruz. Olaylar, hayat böyle ilerliyor bu ülkede. Var olduğuna inandığımız bir yarın var sadece. Ve o da her dem bulanık olduğuna göre... Biz, zamanın içinde yok olmamak telaşıyla uçuşup dağılan bir ülkeyiz.
Onlar oldu mu kuzum?
Bugün sizin için dün oluyor- bu yazı yazılırken cumhurbaşkanı seçiliyor. Uçuruma kayıp giden dünde ne oldu peki?
Dev mitingler... Türkiye, toplumsal ve siyasi kamplaşma histerisinin aile ilişkilerini, dostluk muhabbetlerini bile paraladığı günler yaşandı.
Fakat o gün kayıp gitti, ayağımız sonraki güne değdiğinde artık "e-muhtıra" vardı ve birden bütün dengeler değişti. Biz o günden ayağımızı kaldırmadan yine bir toprak kaymasıyla şehit cenazelerinin yapıldığı günlere atladık.
Ardından başka bir gün, başka bir gün derken altımızdan durmadan kayan toprakla birlikte seçim günlerine geldik. Daha dün değil miydi Kuzey Irak'a girmemize on beş dakika kalmış gibiydi? O güne ne oldu? Sonra ne oldu da her şey hiç olmamış gibi ortadan kayboldu?
Bunlara asla cevap verecek vaktimiz olmadan, düşmemek için başka bir güne atlandı ve seçimler yapıldı. Koştuk koştuk ve yine bütün "kaygan günlerin" sebebi olan cumhurbaşkanlığı seçimi tekrarlanıyor, aynı seçenekle, aynı seçeneksizlikle...
Kayıp giden
Biz nefes nefese koşmaya devam ediyoruz, edeceğiz. Çünkü durursa düşecek olan bir ülkede yaşıyoruz. Durursa kayacak, kayan zamanla birlikte bir an'ın içindeki uçuruma yuvarlanacak bir ülkede yaşıyoruz.
50 yaşının üzerindeki kaçımız doğduğu eve dönebilir şimdi? Kaçımızın doğduğu ev, hatta doğduğu sokak duruyor? Anneannelerimizin bastığı hiçbir taşa değemez ayaklarımız. Sadece siyaseten değil yani kişisel olarak da "yokuz" aslında. Varlığımızı kanıtlayacak şeylerimiz o kadar az ki.
Böyle düşünürsek bütün bu yaşadığımız, içinde yuvarlandığımız, düşünsel ve duygusal olarak içinde debelendiğimiz olaylar yok aslında. Bu olayları doğuran süreç kayıp uçurumda yok olduğuna ve şu an da yarına kalmaz yok olacağına göre...
Mübalağa cenk olunurken
Şu anda İngiltere'deki bir meslektaşım belki Latin Amerika'daki olayların dünyayı nasıl etkileyeceği üzerine çalışıyor. Fransa'da başka biri, Çin'in, dünyanın geleceğine neler edeceğine bakıyor. New York'ta bir kadın belki bilmem neredeki balinaların yavrularını kurtarmak için bir vakıf kuruyor. Ve daha neler neler...
Ben ne yapıyorum peki? Biz ne yapıyoruz? Televizyonumuzun başında oturmuşuz bugün başımıza nelere geleceğine bakıyoruz. Her gün bunu yapıyoruz. Hülasa, mübalağa cenk olunuyor biz seyrine dalıyor, her gün bu muamma memleketin başka türlü meczubu oluyoruz.
***
Bu aşağıdaki yazıyı yazıldığı gün değil daha sonra okudum ve pek beğendim. İnsan Türkiye ye geldi mi, otomatikman ufku daralıyor. Sanki dünyada bir tek Türkiye varmış gibi bir bakış açısı geliyor insanın üstüne...
Boş şeylerle bilerek vakit geçiriyor, geçirtiyor medya... Neyse yine boş konuşmayalım, aşağıdaki yazıyı veriyorum...
Ece Temelkuran, 29 Agustos 2007
Hepimiz meczubuz!
Bugün gazetelerde cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili pek tabiidir ki manşetler, haberler ve buna bağlı olarak köşe yazıları okuyacaksınız. Bu yazı bu meseleyle başka bir tarafından ilgili olacağı gibi cumhurbaşkanı seçimi henüz başlamadığı saatlerde yazılmıştır. Son derece bilinçli olarak... Çünkü...
Bu toprakta doğmuş insanlar olarak bizler için geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki tek bağlantı telaşla atılmış dev bir adım gibi geliyor bana bazen.
An'ın uçurumu
Özellikle son aylarda gözlüyor ve düşünüyorum bunu. Şöyle:
Sanki geçmiş ayağımızın altından derin bir uçuruma kaymakta olan toprak ve biz onunla birlikte kayıp uçurumda kaybolmamak için bir sonraki güne atlıyoruz telaşla. Bunu hiç durmadan ve dinlenmeden yapmak zorundayız üstelik. Çünkü üzerine güç bela tek ayağımızla atlayıp bastığımız bugün de bir gün içinde dün oluyor ve o da uçuruma kayıp gidiyor.
Biz dün ne yaptığımıza bakacak durumda değiliz çünkü durursak kayan dün ile birlikte uçuruma düşeceğiz, biliyoruz, öyle zannediyoruz. Olaylar, hayat böyle ilerliyor bu ülkede. Var olduğuna inandığımız bir yarın var sadece. Ve o da her dem bulanık olduğuna göre... Biz, zamanın içinde yok olmamak telaşıyla uçuşup dağılan bir ülkeyiz.
Onlar oldu mu kuzum?
Bugün sizin için dün oluyor- bu yazı yazılırken cumhurbaşkanı seçiliyor. Uçuruma kayıp giden dünde ne oldu peki?
Dev mitingler... Türkiye, toplumsal ve siyasi kamplaşma histerisinin aile ilişkilerini, dostluk muhabbetlerini bile paraladığı günler yaşandı.
Fakat o gün kayıp gitti, ayağımız sonraki güne değdiğinde artık "e-muhtıra" vardı ve birden bütün dengeler değişti. Biz o günden ayağımızı kaldırmadan yine bir toprak kaymasıyla şehit cenazelerinin yapıldığı günlere atladık.
Ardından başka bir gün, başka bir gün derken altımızdan durmadan kayan toprakla birlikte seçim günlerine geldik. Daha dün değil miydi Kuzey Irak'a girmemize on beş dakika kalmış gibiydi? O güne ne oldu? Sonra ne oldu da her şey hiç olmamış gibi ortadan kayboldu?
Bunlara asla cevap verecek vaktimiz olmadan, düşmemek için başka bir güne atlandı ve seçimler yapıldı. Koştuk koştuk ve yine bütün "kaygan günlerin" sebebi olan cumhurbaşkanlığı seçimi tekrarlanıyor, aynı seçenekle, aynı seçeneksizlikle...
Kayıp giden
Biz nefes nefese koşmaya devam ediyoruz, edeceğiz. Çünkü durursa düşecek olan bir ülkede yaşıyoruz. Durursa kayacak, kayan zamanla birlikte bir an'ın içindeki uçuruma yuvarlanacak bir ülkede yaşıyoruz.
50 yaşının üzerindeki kaçımız doğduğu eve dönebilir şimdi? Kaçımızın doğduğu ev, hatta doğduğu sokak duruyor? Anneannelerimizin bastığı hiçbir taşa değemez ayaklarımız. Sadece siyaseten değil yani kişisel olarak da "yokuz" aslında. Varlığımızı kanıtlayacak şeylerimiz o kadar az ki.
Böyle düşünürsek bütün bu yaşadığımız, içinde yuvarlandığımız, düşünsel ve duygusal olarak içinde debelendiğimiz olaylar yok aslında. Bu olayları doğuran süreç kayıp uçurumda yok olduğuna ve şu an da yarına kalmaz yok olacağına göre...
Mübalağa cenk olunurken
Şu anda İngiltere'deki bir meslektaşım belki Latin Amerika'daki olayların dünyayı nasıl etkileyeceği üzerine çalışıyor. Fransa'da başka biri, Çin'in, dünyanın geleceğine neler edeceğine bakıyor. New York'ta bir kadın belki bilmem neredeki balinaların yavrularını kurtarmak için bir vakıf kuruyor. Ve daha neler neler...
Ben ne yapıyorum peki? Biz ne yapıyoruz? Televizyonumuzun başında oturmuşuz bugün başımıza nelere geleceğine bakıyoruz. Her gün bunu yapıyoruz. Hülasa, mübalağa cenk olunuyor biz seyrine dalıyor, her gün bu muamma memleketin başka türlü meczubu oluyoruz.
2007-08-30
Zaman hakkında notlar
Takvim olayını elden bırakmamak lazım. İnsan yine herşeyi unutuyor ve bildiklerini de unutuyor.
Şaban ayı ay takviminin 8. ayı. İçinde bulunduğumuz Ağustos ta güneşin 8. ayı aynı zamanda, ilginç bir şekilde.
14 ünü 15 ine bağlayan gece hicretten 300 yıl sonra önem kazanmış. İkinci Selim zamanında camilerde kandillerin yakılması ile bu ismi almış. Vikipedi nin yalancısıyım, eğer bu bilgiler doğru değilse.
Mesela 01.08.1428 hicri olarak 15.08.2007 miladi olarak. Bu bana hala çok ilginç geliyor... Çünkü tamamen aklımdan çıkmış birşeydi, aslında hiç ilgilenmediğim birşeydi.
27 Agustos 2007 Pazartesi kandil idi. Yine beklenmeden geldi benim için. Yani farkında değildim. Pazar günü 'Dilek' te ( bu arada gerçekten İstiklal de iyi bir yer arayanlara tavsiye edilir, Dilek) gördüğüm kandil simitlerini bile bu yönde yormadım. Geçen kandilden kaldıklarını düşündüm...
Şaban ayı ay takviminin 8. ayı. İçinde bulunduğumuz Ağustos ta güneşin 8. ayı aynı zamanda, ilginç bir şekilde.
14 ünü 15 ine bağlayan gece hicretten 300 yıl sonra önem kazanmış. İkinci Selim zamanında camilerde kandillerin yakılması ile bu ismi almış. Vikipedi nin yalancısıyım, eğer bu bilgiler doğru değilse.
Mesela 01.08.1428 hicri olarak 15.08.2007 miladi olarak. Bu bana hala çok ilginç geliyor... Çünkü tamamen aklımdan çıkmış birşeydi, aslında hiç ilgilenmediğim birşeydi.
27 Agustos 2007 Pazartesi kandil idi. Yine beklenmeden geldi benim için. Yani farkında değildim. Pazar günü 'Dilek' te ( bu arada gerçekten İstiklal de iyi bir yer arayanlara tavsiye edilir, Dilek) gördüğüm kandil simitlerini bile bu yönde yormadım. Geçen kandilden kaldıklarını düşündüm...
2007-08-27
Wetter und Mensch
URL: http://www.welt.de/wissenschaft/article1137956/Warum_der_truebe_Himmel_so_aufs_Gemuet_drueckt.html
Artikel drucken
27. August 2007, 11:47 Uhr
Von Christina Hucklenbroich
Wetter
Warum der trübe Himmel so aufs Gemüt drückt
Schlechtes Wetter hat schlimmere Folgen als wir denken – sagt der Biologe Josef H. Reichholf. Er fand heraus: Regen und Nässe haben Menschheitsgeschichte geschrieben. Das Klima war mitverantwortlich für Hexenverfolgerung, Seuchen, Auswanderung. Das sagt er ausgerechnet im Regen-Sommer 2007...
Foto: DPA
Kalt und regnerisch statt sonnig und warm - der Sommer 2007
WELT ONLINE: In Berlin regnet es seit Wochen fast jeden zweiten Tag. Ist das noch normal?
Josef H. Reichholf: Der Sommer ist aus Sicht der Menschen nicht gerade günstig verlaufen: Es gab zwar hin und wieder Sonnentage, aber es war insgesamt mehr ein "Halbtagssommer". In Bayern hatten wir das merkwürdige Phänomen, dass die meisten Wochenenden schön waren, die Woche dann aber verregnet. Man sollte sich bei allem Missmut aber verdeutlichen, dass Juni und Juli grundsätzlich die niederschlagsreichsten Monate sind.
WELT ONLINE: Warum drückt der trübe Himmel so aufs Gemüt?
Reichholf: Bei der Sehnsucht nach einem heißen Sommer klaffen Wunsch und Wirklichkeit weit auseinander, weil der Mensch seiner Natur nach aus den Tropen stammt. Wir sind in Afrika entstanden, das heißt, unser Stoffwechsel ist auf tropische Temperaturen eingestellt. Wir brauchen Kleidung, Energiezufuhr und Heizungen in unseren Wohnräumen, denn unser thermoneutraler Bereich liegt bei 28 Grad Celsius.
Der Mensch ist ein biologisches Produkt der Tropen. Das bedeutet: Er schätzt die Wärme und die Trockenheit. Was wir gar nicht mögen, ist Nässe. Trockene Kälte können wir weit besser aushalten als feuchte. Wenn wir über den verregneten Sommer klagen, urteilen wir unbewusst aus unserer tropischen Herkunft heraus. Hinzu kommt, dass in den Tropen die Witterung viel beständiger ist. Hier befinden wir uns in einer Übergangszone zwischen dem wechselhaften atlantischen Wetter im Westen und dem stabileren kontinentalen Wetter im Osten.
WELT ONLINE: Wo lässt sich das schlechte Wetter am besten aushalten?
Reichholf: Im Nordwesten wechselt das Wetter noch häufiger als im Osten. Die stabilere Wetterzone beginnt erst in der Nähe von Wien. Die Grenze zieht sich hoch bis Berlin. Wien-Berlin, das ist der große kontinentale Schnitt. Östlich davon wird das Wetter stabiler.
WELT ONLINE: Wenn der Hamburger sich kühl gibt und der Münchner es menschelnd liebt - liegt das auch am Wetter?
Reichholf: Wochenlang Nebel, an den man in Bremen gewöhnt ist, schlägt in Süddeutschland viel stärker auf das Gemüt. Wer wetterfühlig ist, und das sind sehr viele Menschen, erträgt die Wechselhaftigkeit noch schlechter. Man redet deshalb sehr häufig vom Wetter. Man könnte ja meinen, was interessiert die Menschen das Wetter, sie haben ja Kleidung, Regenschirme, Autos. Trotzdem wird stündlich der Wetterbericht wiederholt und mit Prognosen ausgeschmückt.
WELT ONLINE: Warum kleben wir denn so am täglichen Wetterbericht?
Reichholf: Wir interessieren uns für die Prognosen, weil wir Wünsche haben - wir wollen, dass der nächste Winter schneereich wird zum Skifahren oder mild wegen der Heizkosten. Dabei müssten wir eigentlich wissen, dass mittel- und längerfristige Wettervorhersagen fast nie stimmen. Das Wetter exakt vorherzusagen ist nicht machbar. Dazu ist es viel zu chaotisch. Nur an abgelegenen Stellen wie dem Südpol oder im Zentrum der Kontinente ist es einigermaßen berechenbar.
WELT ONLINE: Ein verregneter Sommer macht die Menschen traurig - sind Tiere genauso wetterfühlig?
Reichholf: Die Tiere, die bei uns leben, stammen ja nicht aus den Tropen, deshalb werden sie weniger beeinträchtigt. Die Singvögel hatten aber einen schlechteren Bruterfolg als im Supersommer 2003. Damals ging es den Vögeln hervorragend, weil es so viele Insekten gab.
WELT ONLINE: Aber es ist doch dieses Jahr von einer Rekord-Mückenplage die Rede.
Reichholf: Stellenweise mag das so erschienen sein. Tatsächlich war der Sommer aber vergleichsweise harmlos, denn wir hatten ein sehr trockenes Frühjahr, das die Brutstätten der Mücken austrocknen ließ. Die Mückengenerationen konnten sich erst nach und nach wieder auffüllen. In freier Natur gab es dieses Jahr deshalb extrem wenig Mücken und Bremsen.
WELT ONLINE: Ein nasser Sommer und ein strenger Winter - und schon reagieren die Menschen besorgt. Warum flößt uns das Wetter solche Angst ein?
Reichholf: Es sind Veränderungen, die uns bedrohlich erscheinen. Wir sind eben erzkonservativ: Am besten wäre jeder Tag genau wie der davor. Dabei sollte uns die Erfahrung gelehrt haben, dass nichts Beständigkeit hat. Wir halten aber mit Trotz am Althergebrachten fest. Dazu kommt noch unsere Vergesslichkeit: Es fällt den meisten Menschen schwer, sich überhaupt an den vergangenen Winter zu erinnern, und ab etwa vier Jahre zurückliegender Jahreszeiten versagt ihr Gedächtnis vollständig, weil der Wechsel so stark ist. Deshalb ist das aktuelle Wetter für uns immer das einzig interessante ...
WELT ONLINE: ...und greift offenbar dramatisch in unser Leben ein. In Ihrem jüngsten Buch schreiben Sie, dass Regen und Kälte Hexenverbrennung und Pest mit sich brachten.
Reichholf: Veränderungen der Natur haben immer das Leben der Menschen beeinflusst. So ging die Stabilität des Klimas zu Beginn des Mittelalters mit sozialer Stabilität einher. In der ersten Phase des Mittelalters, bis etwa 1250, war das Klima nämlich warm und stabil.
Dann setzte eine Phase der starken Abkühlung ein, die die Seuchenzüge der Pest und große Umbrüche der Gesellschaft mit sich brachte. Kirche und Machthaber wurden infrage gestellt. Am Ende herrschte ein ziemliches Chaos in Europa.
WELT ONLINE: Wie konnte der Regen all das in Gang setzen?
Reichholf: Zunächst gab es Überschwemmungen, dann Missernten. Der Regen führte zu Hungersnöten. Gegen Ende des Mittelalters hatten sich die Verhältnisse so stark verschlechtert, dass Schuldige gesucht werden mussten. Das schlug sich in der Hexenverfolgung nieder. Die Menschen begannen auf der Suche nach Nahrung mit Wanderungen. Die Hungersnöte haben auch die Kolonialisierung im 18. und 19. Jahrhundert vorangetrieben.
WELT ONLINE: Eine Völkerwanderung nur wegen des schlechten Wetters?
Reichholf: Schließlich brauchten die Kolonialmächte neue Quellen, aus denen sie sich ernähren konnten. Es gab auch eine kurze Phase mit warmen Sommern, Ende des 18., Anfang des 19. Jahrhunderts. 1807 war ein Supersommer - fast so heiß wie 2003.
Dann folgte eine trübe, nasse Phase mit Jahren ohne Sommer. Es kam zu einer Massenauswanderung von Europäern nach Amerika. Insbesondere die Iren wanderten aus. Denn auf der Insel hatten sie zusätzlich das Problem der Kartoffelfäule, die ihre Ernten zerstörte und eine dramatische Hungersnot auslöste.
WELT ONLINE: Können Sie auch etwas Tröstendes zum schlechten Sommer 2007 sagen?
Reichholf: Man sollte daran denken, dass die Dauer von Wetterphasen im Schnitt bei drei bis vier Tagen liegt. Nach vier Tagen Regen kommt mit hoher Wahrscheinlichkeit also auch wieder die Sonne.
Artikel drucken
27. August 2007, 11:47 Uhr
Von Christina Hucklenbroich
Wetter
Warum der trübe Himmel so aufs Gemüt drückt
Schlechtes Wetter hat schlimmere Folgen als wir denken – sagt der Biologe Josef H. Reichholf. Er fand heraus: Regen und Nässe haben Menschheitsgeschichte geschrieben. Das Klima war mitverantwortlich für Hexenverfolgerung, Seuchen, Auswanderung. Das sagt er ausgerechnet im Regen-Sommer 2007...
Foto: DPA
Kalt und regnerisch statt sonnig und warm - der Sommer 2007
WELT ONLINE: In Berlin regnet es seit Wochen fast jeden zweiten Tag. Ist das noch normal?
Josef H. Reichholf: Der Sommer ist aus Sicht der Menschen nicht gerade günstig verlaufen: Es gab zwar hin und wieder Sonnentage, aber es war insgesamt mehr ein "Halbtagssommer". In Bayern hatten wir das merkwürdige Phänomen, dass die meisten Wochenenden schön waren, die Woche dann aber verregnet. Man sollte sich bei allem Missmut aber verdeutlichen, dass Juni und Juli grundsätzlich die niederschlagsreichsten Monate sind.
WELT ONLINE: Warum drückt der trübe Himmel so aufs Gemüt?
Reichholf: Bei der Sehnsucht nach einem heißen Sommer klaffen Wunsch und Wirklichkeit weit auseinander, weil der Mensch seiner Natur nach aus den Tropen stammt. Wir sind in Afrika entstanden, das heißt, unser Stoffwechsel ist auf tropische Temperaturen eingestellt. Wir brauchen Kleidung, Energiezufuhr und Heizungen in unseren Wohnräumen, denn unser thermoneutraler Bereich liegt bei 28 Grad Celsius.
Der Mensch ist ein biologisches Produkt der Tropen. Das bedeutet: Er schätzt die Wärme und die Trockenheit. Was wir gar nicht mögen, ist Nässe. Trockene Kälte können wir weit besser aushalten als feuchte. Wenn wir über den verregneten Sommer klagen, urteilen wir unbewusst aus unserer tropischen Herkunft heraus. Hinzu kommt, dass in den Tropen die Witterung viel beständiger ist. Hier befinden wir uns in einer Übergangszone zwischen dem wechselhaften atlantischen Wetter im Westen und dem stabileren kontinentalen Wetter im Osten.
WELT ONLINE: Wo lässt sich das schlechte Wetter am besten aushalten?
Reichholf: Im Nordwesten wechselt das Wetter noch häufiger als im Osten. Die stabilere Wetterzone beginnt erst in der Nähe von Wien. Die Grenze zieht sich hoch bis Berlin. Wien-Berlin, das ist der große kontinentale Schnitt. Östlich davon wird das Wetter stabiler.
WELT ONLINE: Wenn der Hamburger sich kühl gibt und der Münchner es menschelnd liebt - liegt das auch am Wetter?
Reichholf: Wochenlang Nebel, an den man in Bremen gewöhnt ist, schlägt in Süddeutschland viel stärker auf das Gemüt. Wer wetterfühlig ist, und das sind sehr viele Menschen, erträgt die Wechselhaftigkeit noch schlechter. Man redet deshalb sehr häufig vom Wetter. Man könnte ja meinen, was interessiert die Menschen das Wetter, sie haben ja Kleidung, Regenschirme, Autos. Trotzdem wird stündlich der Wetterbericht wiederholt und mit Prognosen ausgeschmückt.
WELT ONLINE: Warum kleben wir denn so am täglichen Wetterbericht?
Reichholf: Wir interessieren uns für die Prognosen, weil wir Wünsche haben - wir wollen, dass der nächste Winter schneereich wird zum Skifahren oder mild wegen der Heizkosten. Dabei müssten wir eigentlich wissen, dass mittel- und längerfristige Wettervorhersagen fast nie stimmen. Das Wetter exakt vorherzusagen ist nicht machbar. Dazu ist es viel zu chaotisch. Nur an abgelegenen Stellen wie dem Südpol oder im Zentrum der Kontinente ist es einigermaßen berechenbar.
WELT ONLINE: Ein verregneter Sommer macht die Menschen traurig - sind Tiere genauso wetterfühlig?
Reichholf: Die Tiere, die bei uns leben, stammen ja nicht aus den Tropen, deshalb werden sie weniger beeinträchtigt. Die Singvögel hatten aber einen schlechteren Bruterfolg als im Supersommer 2003. Damals ging es den Vögeln hervorragend, weil es so viele Insekten gab.
WELT ONLINE: Aber es ist doch dieses Jahr von einer Rekord-Mückenplage die Rede.
Reichholf: Stellenweise mag das so erschienen sein. Tatsächlich war der Sommer aber vergleichsweise harmlos, denn wir hatten ein sehr trockenes Frühjahr, das die Brutstätten der Mücken austrocknen ließ. Die Mückengenerationen konnten sich erst nach und nach wieder auffüllen. In freier Natur gab es dieses Jahr deshalb extrem wenig Mücken und Bremsen.
WELT ONLINE: Ein nasser Sommer und ein strenger Winter - und schon reagieren die Menschen besorgt. Warum flößt uns das Wetter solche Angst ein?
Reichholf: Es sind Veränderungen, die uns bedrohlich erscheinen. Wir sind eben erzkonservativ: Am besten wäre jeder Tag genau wie der davor. Dabei sollte uns die Erfahrung gelehrt haben, dass nichts Beständigkeit hat. Wir halten aber mit Trotz am Althergebrachten fest. Dazu kommt noch unsere Vergesslichkeit: Es fällt den meisten Menschen schwer, sich überhaupt an den vergangenen Winter zu erinnern, und ab etwa vier Jahre zurückliegender Jahreszeiten versagt ihr Gedächtnis vollständig, weil der Wechsel so stark ist. Deshalb ist das aktuelle Wetter für uns immer das einzig interessante ...
WELT ONLINE: ...und greift offenbar dramatisch in unser Leben ein. In Ihrem jüngsten Buch schreiben Sie, dass Regen und Kälte Hexenverbrennung und Pest mit sich brachten.
Reichholf: Veränderungen der Natur haben immer das Leben der Menschen beeinflusst. So ging die Stabilität des Klimas zu Beginn des Mittelalters mit sozialer Stabilität einher. In der ersten Phase des Mittelalters, bis etwa 1250, war das Klima nämlich warm und stabil.
Dann setzte eine Phase der starken Abkühlung ein, die die Seuchenzüge der Pest und große Umbrüche der Gesellschaft mit sich brachte. Kirche und Machthaber wurden infrage gestellt. Am Ende herrschte ein ziemliches Chaos in Europa.
WELT ONLINE: Wie konnte der Regen all das in Gang setzen?
Reichholf: Zunächst gab es Überschwemmungen, dann Missernten. Der Regen führte zu Hungersnöten. Gegen Ende des Mittelalters hatten sich die Verhältnisse so stark verschlechtert, dass Schuldige gesucht werden mussten. Das schlug sich in der Hexenverfolgung nieder. Die Menschen begannen auf der Suche nach Nahrung mit Wanderungen. Die Hungersnöte haben auch die Kolonialisierung im 18. und 19. Jahrhundert vorangetrieben.
WELT ONLINE: Eine Völkerwanderung nur wegen des schlechten Wetters?
Reichholf: Schließlich brauchten die Kolonialmächte neue Quellen, aus denen sie sich ernähren konnten. Es gab auch eine kurze Phase mit warmen Sommern, Ende des 18., Anfang des 19. Jahrhunderts. 1807 war ein Supersommer - fast so heiß wie 2003.
Dann folgte eine trübe, nasse Phase mit Jahren ohne Sommer. Es kam zu einer Massenauswanderung von Europäern nach Amerika. Insbesondere die Iren wanderten aus. Denn auf der Insel hatten sie zusätzlich das Problem der Kartoffelfäule, die ihre Ernten zerstörte und eine dramatische Hungersnot auslöste.
WELT ONLINE: Können Sie auch etwas Tröstendes zum schlechten Sommer 2007 sagen?
Reichholf: Man sollte daran denken, dass die Dauer von Wetterphasen im Schnitt bei drei bis vier Tagen liegt. Nach vier Tagen Regen kommt mit hoher Wahrscheinlichkeit also auch wieder die Sonne.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)